18.01.2015

5. ve SON Gün! : (Yine) Asakusa ve Tokyo Sky Tree

Ne yazık ki son günümüzdü... Akşama uçağa yetişecektik. Biz de bu günümüzü alışverişe ayırdık.

Sabah kalkar kalkmaz ilk iş Asakusa'da bulunan Nakamise Caddesi'ne gittik tekrar. O gün kahvaltı için spesifik bir yer aramadık. Tamamen karnımızı doyurmayalım da, her gördüğümüz şeyden küçük küçük denemeye fırsatımız olsun istedik.

 Uzun cadde boyunca hediyelik alışverişlerimizi tamamladık. Aslında bu caddeyi ilk gezdiğimizde, bir çok şey bize pahalı gibi gelmişti ama, diğer bölgeler ile kıyaslayınca da, hediyelik eşya bulabileceğiniz en güzel ve en ekonomik yer burası sanırım... Caddenin sonunda, yani tapınağın hemen karşısında küçük bir ara sokak vardı. İnsanlar kuyruğa girmiş bir şey bekliyorlardı. Biz de merak edip bakalım dedik. Meğer tatlı Japon ekmeği ve dondurma satan küçücük bir dükkanmış. İçeride 2 ya da 3 küçük masası bulunan, kapkaranlık, her yeri ahşap olan bir mekandı. Çoğu kişi sıradan bir sürü ekmeği paket yaptırıp oturmadan ayrılıyorlardı. Sokakta yemek kültürü olmadığından ve ayıp kabul edildiğinden, biz alıp çıkmadık oradan. İçeride oturabilir miyiz dye satıcı kadına sorduğumuzda da, ikimizin de ayrı bir şey yemesi gerektiğini söyledi. Ekmek çok büyük olduğundan ve karnımızı doyurmayacağımız andını içtiğimizden, 2 tane ayrı ekmek almak istemedik. Bir ekmek ve bir susamlı dondurma ile işi hallettik. Aslında ekmek göründüğü kadar da korkutucu değilmiş. Fosur fosur bir şey. Dıştan kallavi, içi yumuşacık. Tüm Japon hamur işi ürünler gibi bu da efsane bir şey. Adı ekmek ama, tatlı çörek demek daha doğru olur diye düşünüyorum. Dondurma da gerçekten değişikti. Bir sürü seçenek vardı ama farklı olsun diye susamlı dondurmayı denemek istedik...


Oradan ayrıldığımızda tekrar Nakamise'nin ara caddelerine girdiğimizde, sokak yiyeceği diye adlandırılan bir çok gıldır gıcık şey denedik.

Ne isimlerini ne de cisimlerini hatırlamıyorum.  Ama denediğim her şey çok güzeldi. Çoğu da Asakusa'ya ait şeylermiş. Sadece burada yenebiliyormuş. Anlamadığım şey, yediğimiz çoğu şey hamur kızartması içinde kıyma ya da sosis benzeri şeylerin olması. Son derece basit ve efsane olamayacak kadar sönük şeyler aslında. Neden efsane ve neden o kadar basit şeyler tek bir bölgede yapılıyor anlayabilmiş değilim. Hele hele, neden insanlar onları yemeye o kadar yoldan geliyorlar onu hiç anlayamıyorum! Tatlar güzel ama onları meşhur edecek kadar ilginç ve değişik değil...






Sonunda Japonya'da zincir olmuş Don Quijote'yi Asakusa'da da bulup, başka bir alışveriş molasını da orada verdik. Bu mağazalar Tokyo'da her semtte var. Genellikle 4-5 katlı, hemen hemen her şeyin olduğu, gezmesi çok zevkli olan alışveriş mağazaları. İlk katları genellikle market, diğer katı kadın erkek kıyafet (ama daha çok basic parçalar, iç çamaşırı vs), makyaj malzemesi, oyuncak ve gıldır gıcıklar, üst katlarda elektronik, ev için gerekli temel malzemeler (çamaşır sepetleri, askılıklar, halı, hırdavat vs), aynı zamanda Burberry, LV gibi marka çantalar, bavullar ve bir perde ile ayrılmış erotik araç gereç... Aslında ilk intiba Türkiye'deki Japon Pazarları gibi. Ama son derece kaliteli ürünler. Mesela o döküntülerin içinde lüks markaları görünce önce sahte sanmıştım... Meğer değilmiş. Fiyatlar da nispeten diğer mağazalara göre uygun sayılır. Fakat Japonya'da şöyle bir dengesizlik var; hiçbir ürün her yerde standart fiyata sahip değil. Mesela Türkiye'yi ele alalım. Bir bisküvi 1 lira ise, en fazla küçük bakkallarda 2 lira olur. 10 liraya hiçbir yerde satılmaz. Ama orada gördüğünüz bir cok yerde 100 yen iken, başka bir yerde 350 yen olabiliyor. Bir de başka yerlerde alışık olmadığımız biçimde, her şeyin üzerinde fiyatı KDVsiz yazılıyor. Kasada mutlaka fiyat yüksek çıkıyor, çünkü üstüne vergi ekliyorlar. Fakat bahsettiğim bu mağaza zincirinde Tax Free alışveriş yapabilme imkanı da varmış. Bunu son gün öğrendik... Biz 5 günlük seyahat boyunca denk geldiğimiz Don Quijote mağazalarına girip, belki daha bulamayız diye bir kaç bişey almıştık. Bilseydik son günü beklerdik. Bir çok hediyelik zımbırtılarıni da buradan hallettikten sonra, başka bir katta bulunan tax free kasasından ödemelerimizi yapıp ayrıldık.

Yine arkadaşımız, son gün olması sebebiyle yanımıza gelmek istedi. Bu vesile ile Asakusa'da saat 16:00 dolaylarında buluştuk. Karnımızın aç olması nedeniyle, bir türlü fırsat bulup deneyemediğimiz, Japon markası zinciri olan MOS Buger'da yemek yedik. Ben beef, eşim ise shrimp burger sipariş etti. Zaten genellikle bir yerde denemek istediğimiz 2 ayrı şey alıp daima paylaşırız =) İkisi de güzeldi fakat bir burger king ya da mc donalds'tan farklı değildi tat olarak. Yine tek fark, bedava su içebilmekti =)

Oradan ayrıldığımızda artık hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Sonraki rotamız Tokyo Sky Tree idi.  Fakat oraya gitmeden evvel Japon arkadaşımız yalnızca (!) Asakusa'da bulunan bir yiyeceği yiyip öyle geçmek istediğini söyledi. Biz de merak edip takııldık peşine. Yine ara sokakta küçücük bir dükkan. Yemek de, çubuğa geçirilmiş 1 tam sosis üstüne rulo şeklinde sarılmış hamur kızartması. Çubukla tutup yiyorsunuz. Meşhur yiyecek nasıl bu olabiir diye sinir oluyorsunuz içten içe. Dükkanın içi falan yok. Yalnıca bir pencereden adam size servis ediyor. Servis de, elinize çubuğu tutuşturuyor. Pencere önünde 2 tane tabure var. Tabureler sokakta. Bu yüzden yüzünüzü dükkana dönüp, yani arkanızı sokağa verip gizli gizli yemeğinizi yiyorsunuz. Bu çok ilginç (!) şeyi de yiyip metro ile Sky Tree'ye geçtik peşine...





Artık tamamen hava kararmıştı. Sky Tree ışıl ışıldı uzaktan...



Yakından da öyleymiş. Ama ne yazık ki eşim ile benim pek ilgimizi çekmedi. Dubai'den gelmiş birileri olarak, Burj Khalifa'nın bağrından kopup, Sky Tree'ye çıkalım da manzaraya bakalım demedik. Zaten Dubai'de de Burj Khalifa'ya çıkmadık. Ama güzel olan, oranın alt katının alışveriş merkezinden bozma bir yer olmasıydı. Artık Tokyo Asakusa'nın o kültürel, otantik manzarasını bırakmış ve tamamen metropol bir yere gelmiştik. İçeride çeşit çeşit mağazalar...

Biz hiçbirini gezmedik. Yalnız bir market katı vardı oranın, herkes elinde tabak bir şeyler tattırıyor. Cheesecake olsun, değişik peynir olsun... O nefis şeyleri tattıktan sonra marketi de gezmedik. Lakin hemen yanıbaşında bir kitapçı vardı ve çok güzel görünüyordu. Koca Japonya'da koşuşturmaktan bir kitapçıya bile denk gelememiştik hiç. İçeriye girince kendimizi kaybettik tabii... Hemen Haruki Murakami'nin 2 tane orjinal Japonca kitabını aldık. Eşim kendine 2 tane kitap görünümlü defter aldı. Ben de bunlardan farklı olarak, yatan kedi şeklinde üzerine gözlük koyma standı aldım. Aslında daha bakılacak bir sürü şey vardı ama zamanımız yetmedi...

Harajuku'ya gittiğimiz gün yağmurdan gözümüzü açamadığımızdan şu meşhur kreplerinden yiyememiştik. Japon arkadaşımız da bize Sky Tree'de de bir şubeleri olduğunu, bize mutlaka deneteceğini söylemişti. Orada bulmuşken hemen binbir çeşit krep içinden Sky Tree Signature temalı krebimizi yedik. Aslında mantık olarak pek bir şeye benzemeyeceğini düşünüyordum ama bayıldım! En güzel yanı da, o kadar dolu dolu olmasına rağmen çok hafif olmasıydı! Yani burada olsa kesin sürekli yerim!!! Hatta waffle, nutellelı krep, pancake tarzı şeyleri hiç sevmesem de, bu gerçekten orada yediğim en favori şeylerin arasındaydı!




Günün sonunda, doğru dürüst yemek yememiştik ve acıkmıştık, fakat zaman darlığından ve havalimanına yetişemeyeceğiz korkusundan, bir cafede kahvelerimizi içip yemek yemeden kalktık. Arkadaşımız ile de vedalaşıp, metro altlarında bulunan coin locker'a (para ile çalışan kilitli dolap) koyduğumuz bavullarımızı alıp, havalimanının yolunu tutmuştuk bile... Çok güzel, dolu dolu bir Japonya seyahati idi bizimkisi... Tadı damağımızda kaldı... Umarım bir dahaki gidişimizde daha çok zamanımız olur ve Kyoto, Nara ve Osaka'yı da gezeriz....  

4. Gün: Akihabara (Yeniden), Shinjuku ve Ikebukuro


Bir önceki günden, tam dükkanları gezemediğimizden ve Yodabashi Camera'yı (çok büyük bir elektronik mağazası) o gün bulamadığımızdan, 4. günümüzde açılışı tekrar Akihabara ile yapmak istedik. Aslında sabah çok erken uyanmıştık. Bu gün için de tayfun uyarıları devam ediyordu. Aslında o gün için pek bir şey yapabileceğimizi düşünmüyordum. Tüm umutsuzluğuma rağmen telefondan hava durumuna baktım. Öğlen 12'de tamamen yağmurun duracağı ve güneş açacağı bilgisi vardı. 12'ye kadar otelimizde beklemeye karar verdik. Çünkü dışarıda yağmur gerçekten döne döne yağıyor, göz gözü görmüyor ve her yer uçuyordu. Gerçekten de saat 12'ye yaklaşırken güneş yüzünü nihayet gösterdi ve Akihabara'ya doğru yola koyulduk. Bu sefer de deli danalar gibi kahvaltı yeri aramayalım diye, Foursquare'den yüksek puan almış bir cafe tercih ettik. Gerçekten de çok tatlı, küçük bir cafede kahvaltımızı ettik.




Fazlasıyla doymuş bir biçimde oradan ayrılıp, harita yardımı ile Yodabashi Camera'yı nihayet bulduk. Gerçekten fazlası ile büyük, her katında ayrı bir kategori bulunan bir elektronik dükkanıydı. Uzunca bir süre mağazada dolandık fakat bir şey almadık. Fiyatlar zaten Dubai'de de uygun olduğu için, gerek duymadık. Yalnız telefon fiyatları ciddi anlamda çok uygundu. Ama yalnızca Japonya'da yaşayanlar için uygun. Genelde telefonlar gsm firmaları ile anlaşmalı olarak satış yapıyorlar. Tek satan yerler de var ama Japonya diğer ülkelerden farklı bir sistem kullandığı için, o telefonlar başka ülkelerde çalışmıyor. Mesela XBox fiyatları da aynı şekilde. Fiyatlar çok uygun. Hatta bir an "Alsak mı acaba?" diye düşünüp, satıcı ile konuştuğumuzda Japonya dışında satılan başka oyunları çalıştıramayacağını öğrendik.







Bu arada mağaza içinde bir sürü değişik otomat var. Kendi kendinize baskı alabileceğiniz alanlar, vesikalık çekme makineleri vs... Her şeyi tek başınıza yapıyorsunuz. Mesela biz onlardan birini denemek istedik. Fotoğraf basma otomatı... Gittik telefonu bağladık, kanjilerle boğuşup (ingilizce seçenek yoktu) zar zor telefon içi fotoğraflara ulaştık, bin ayrı deneme sonrasında da fotoğraflardan birini basmayı başarabildik =) Bu zaferin ardından mutlu bir şekilde mekandan ayrılıp, Shinjuku yollarını tuttuk.

Shinjuku da yine Tokyo'nun diğer semtlerine benziyordu. Ama sanki daha geniş, daha büyük ve daha kalabalıktı. Gürültü, ışık, dijital tabelalar burada da aynıydı. Ama yine de bilemiyorum, buraya da kanım çabuk ısındı. Japonya'dan gitmeden bir park daha görmek istiyordum. Yine haritadan açıp daha önceden rotamda planladığım Shinjuku Gyoen'e doğru yola koyulduk. Ama park kapısına geldiğimizde parkın kapalı olduğunu öğrendik. Zaten bizim gittiğimiz dönemde Japonya'da bir çok park kapalıydı. Sebebi ise Deng Mosquito salgını. Parkı gezemeden, yine ara sokaklarda bulduk kendimizi. Aralarda bi yerde müzik dükkanlarından birine girdik. Biraz gitar denedik, fiyatları inceledik. Türkiye ile karşılaştırıldığında gerçekten fiyatları ucuzdu. Zaten genelde gitarların Kore ve Japonya çıkışlı olduğunu varsayarsak, bu fiyatlar gayet normaldi. Oradan da çıktık ve yol üstü yeniden bir Türk Restoranı...



Şans eseri gittiğimiz en güzel yerlerden biri de Mosaic Street idi. İnce uzun dar bir sokak. Sokak demek de ne kadar doğru bilemiyorum. İki koca bina arasında bulunan ince uzun boşluğu alışveriş sokağı olarak değerlendirmişler. Çok fazla dükkan da yok. 1-2 pastane, birkaç da pahalı mağaza. Ama insana huzur ve mutluluk veren çok şirin bir yer. Eşimin "Ne olur burada oturup bir bira içelim" ricasını reddettiğim için çok pişmanım aslında. Benim de aklım kaldı. Ama orada zaman kaybetseydik, Ikebukuro'yu dilediğimizce gezemeyecektik.



Sıra gelmişti Ikebukuro'ya... Ikebukuro'ya indiğimizde, uzun süredir bir şeyler yemediğimizi farkedip yemek yemek için bir yerler aramaya başladık. Ara sokaklardan birinde güzelce, küçük pub tarzı bir yer bulduk. Zaten yakisoba ve okonomiyaki yemek istiyorduk. Dışardaki menülerinde ikisini bir arada görünce hemen fırsatı kaçırmadan girdik. Yine çok güzel değişik biralar içtik. Yemeklerin güzel olması bir yana, hayatımda içtiğim en güzel içecekler Japonya'daydı. İçkili kokteyllerin daima tadı tuzu yerinde, kokteyllerde ne içki tadı fazla, ne aroma tadı. Hiçbir şey aşırı şekerli değil. Bir insan hayattan daha başka ne isteyebilir ki? =)


Neyse, içkilerimiz, yakisobamız ve okonomiyakimizden gayet mutlu olarak oradan da ayrıldık. Başladık ara sokakları arşınlamaya. Haftaiçi olmasına rağmen inanılmaz kalabalık ve inanılmaz gürültülüydü her yer. Bizim otelimizin bulunduğu Asakusa'ya zıt olarak, gece de her yer inanılmaz canlıydı. Her yerden müzik sesleri geliyor, her yerde insanlar dolaşıyordu. Aslında otelimizi Ikebukuro'da bi yerde mi tutsaydık diye de düşünmedik değil. Ara sokaklar bizi ana caddeye attı. Ana cadde ara sokaklara göre daha sakindi. Yol üstünde bir tane Türk pastanesi gördük. Simitler, açmalar, poaçalar... Japonya'da yaşayıp da simide poğaçaya hasret arkadaşlara duyrulur!!! Denemedik tabii ki ama her ürün gayet Türk görünüyordu.



 Caddenin sakinliğinden bunalıp tekrar ara sokaklara daldık. Karşımıza bir rock bar çıktı. Ama canlı müzik olduğundan, giriş ücreti bir hayli fazlaydı. Yine de barın önündeki metalci gençliği görmek çok eğlenceliydi.


Her bir sokakta en az 2'şer 3'er tane love hotel vardı. Love Hotel ne derseniz de, saatlik ücret alan, genellikle malum iş için kullanılan oteller. Her birinin kapısında fiyat listesi de mevcut. 1 saatlik, 3 saatlik, yarım günlük ve 1 gece konaklama fiyatları vardı genel olarak. Bildiğim kadarıyla bu Uzak Doğu ülkelerinde meşhur bir şey.




Bir de her sokağın başında duran, takım elbiseli, kulaklıklı adamlar var. Bunlar da yoldan geçen yalnız erkekleri durdurup kulaklarına bir şeyler söylüyorlar. Bunu da tahmin etmek pek zor olmasa gerek... Aynı zamanda bir çok yerde yine Girls Bar diye bir şey var. Japon arkadaşıma sorduğumda, dekolte giyimli kızların hizmet ettiği, erkeklere yönelik bir bar olduğunu söyledi. Aynısının tersi kızlar için de varmış ama ben hiç rastlamadım...

Gece yine metronun son saatlerine yaklaşırken, bir şeyler içmeden otele dönmeyelim diye çevrede rock bar aramaya başladık. Telefondan ve gezdiğimiz yerlerde bulamayınca, gözümüze kestirdiğimiz genç bir topluluğa öneride bulunmaları için sormaya gittik. Japonca konuştuğumuzu duyunca şaşırıp, hepsi telefonundan rock bar aramaya koyuldu... Kendileri de bulamadılar ama hayatlarının göreviymiş gibi dakikalarca aramaya devam ettiler. Biz de rock barı boşvermelerini söyleyip, en azından içki içelebilecek düzgün bir pub olup olmadığını sorduk. Yine hepsi birbirine bakmaya başladı, "acaba neresi olabilir" diye birbirlerine on defa sordular. O sırada durduğumuz yer de HUB isimli bir pub önüydü. "Peki burası nasıldır?" diye sorduk, "Gayet iyidir" cevabını aldık. Ulan niye baştan demiyosunuz? Yani yine kendi işimizi kendimiz yapmış olduk. Pub gerçekten de güzeldi. Irish pub idi yanlış hatırlamıyorsam. Halloween yaklaştığı için her yeri o konseptte dekore etmişlerdi.




Gerçekten "Japonlar iş çıkışı geç saatlere kadar içerler" sözü hurafe değilmiş. Her yerde takım elbiseli abiler ablalar oturuyordu. İçkilerin fiyatları gerçekten çok uygundu. Kokteyller yine tam kararındaydı. Denemediğimiz şeylerden denedik hep. Komik fiyatlar ödeyip, o günü de orada sonlandırmış olduk. Ertesi günün son günümüz olduğu bilgisiyle, 5 karış surat ile yine otelin yolunu tuttuk...