aktivite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aktivite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27.02.2013

Jolly Joker Ankara Katatonia & Epica Konseri

Konser haberini ilk gördüğümde kalbimde atan küçük pıtpıtları ifade etmeye çalışsam edemem. Evet, yine ergenliğimin grubu Katatonia Ankara'ya geliyordu. Epica'yı kim iplesindi... Ama yine de yanında bonusu ile geliyordu! Daha öncesinde Katatonia'yı 3 kez izleme fırsatı bulmuştum. İlki 2004 yılında İstanbul Rock the Nations konserindeydi. O zaman Epica da çıkmıştı headliner olarak. Ama biz daha bebe olduğumuzdan ve iki kız gittiğimizden geç saate kadar duramamıştık konserde. İçimde kalmıştı. Daha sonra Ankara Saklıkent'e geldiler. Tarihini tam hatırlamıyorum ama, 2006 olabilir! En önde izlemiş, hatta tüm eşyalarımı Blakkheim'ın önüne, sahneye koyuvermiştim. Diğeri de 2010 yılında Profestival kapsamında yine Ankara Hacettepe'de gerçekleşen konserdi. Sepultura, Deathstars ve Kreator da yine bana Katatonia'nın getirdiği bonuslardı. 

Konsere Adım Adım

Konser için yanıma bir yoldaş, bir gardaş aradım durdum. İnsanlara rüşvetler teklif ettim. "Vallaha istediğiniz bi konserde yanınıza eşlik edicem" dedim. Tabii benim çok metalci (!) arkadaşlarım "ergenlerle konser dinleyemem, bayık bayık bayılamam..." falan gibi laflar ettiler. Dedim gelmezseniz gelmeyin. Tek gidecektim. Adamlar taaaa İsveç'in dağlarından Ankara'ya,  evime 8-10 dklık bir yürüme mesafesine gelecekler, ve ben kimse bana eşlik etmiyor diye gitmeyeceğim öyle mi? Bu deneyimi de yaşamak güzel olur diye düşündüm. Ne de olsa hayatımda tek başıma gidip iskender yeme deneyiminde bulunmuştum ya, her şey vız gelirdi artık... İskenderin gücü adına, tam da kararımı vermişken, şans eseri, Master'dan bir arkadaşım (bir önceki Hacettepe konserinde de birlikteydik) da gelmek istediğini söyledi. Kendisi eskiden beri Simone Simons hayranı...

Konsere bir gün kala aldık biletlerimizi. Artık büyümüştük. Üniversitemizi bitirip, üstüne master bile patlatmıştık. İş güç sahibi insanlardık. Gavat gibi atladık arabamıza (1dk falan sürdü ulaşmak), valeye de verdik, paşa paşa girdik içeri. İlk kez gittim jolly joker sahnesine. Çok da beğendim. Ambiyansı çok hoş görünüyor. Ama ilk girişte anlayamadık. Önce bara girdik. Herkes oradaydı. Baktık baktık sahne yok. Sonra birine sordum, "gardaş sorması ayıptır sahne nerde?" diye. Meğer alt kattaymış. Milletin barın çıkış kapısında sıra olması bu yüzdenmiş. Merdivenlere inen bariyer kalkacak ve millet en öne koşacak ya! Dedim hiç işim olmaz. Aslında olur da, uzun zamandır bu konseri bekliyorum, pazar sabahı tüm stresimden arınıyorum ki bir aksilik çıkmasın diye. Ama her boka rağmen konser vaktinden 2 saat önce durduk yerde belim tutuluyor! İşte bu da benim olaylarım... Bu yüzden, orada bulduğumuz bir masaya oturup (yine kapıya yakındık ama), beklemeye başladık. Hareketlilik olunca da kalkıp sıraya yandan sıvıştık. Sonra yavaş yavaş almaya başladılar konser alanına bizleri. Bir kat indik, resmen şovalye şatosundan şarap mahzenine indiğimi sandım. Bu kadar beğeneceğimi tahmin etmiyordum. Ama uzun merdiven yolculuğu tek kat ile bitmedi. Bir kat daha indik. Ve salondaydık artık!

İlk İzlenimler 



Salon oldukça büyüktü. Büyük dediğim, Saklıkent ile hemen hemen aynıdır. Ama daha teknolojik, daha büyüleyici, daha adama benzer... Sağda solda ve sahnenin tam karşı yukarısında balkon vardı. Belimin aldığı son durumdan dolayı neden balkon almadım diye yakındım durdum. İnsanlar oturarak rahat rahat izlediler. Halbuki ben sahne önlerinde olup, sahnedekilerle iletişim içinde, göz kontağında olmayı seviyorum. 

Yerimiz hiç de fena değildi. Alan tamamen seyircilerle dolmuştu zaten. Biz de en önden 4. sıradaydık. Bu kadar kalabalık için çok çok başarılı bir yerdi bence. Ama o kadar kişiyi göz önünde bulundurduğumuzda, herkes yanyana, göt göte, ağız ağızaydı. Her zamanki gibi bahtsız bedevi ben, boyum gayet uzun olmasına rağmen, önümde 4 adet çam yarması çocuğa maruz kaldım. Sürekli birbirlerine sarılıyorlar, elleri kolları rahat durmuyordu. Uyarmak zorunda kaldım. "Zaten iki metresiniz, lütfen kolunuzu birbirinize atmayın, sahne görüşüm kapandı" dedim. "Tamam konser başlasın indircez" dedi gençler, köftehorlar.  Üstelik Katatonia'ya dair bir bilgileri yok. Epica da dinlememişlerdir. Ama sırf Simone Simons görmeye gelmişler. Kendileri konuşurlarken de duydum. Arkadaş, ortamın en uzun boyluları yine nasıl denk geldi de önüme geldi hayret yaa! 

En dayanamadığım şey insan. İnsana dokunmak, değmek, nefeslerini hissetmek. Değil insan teni, montları suratıma yapışmış bir şekildeydim. Ulan vestiyer var, ver montu, hem sen rahat et, hem metalcilerden korumaya çalıştığın kız arkadaşın rahat etsin! Dünyanın tüm montları kızartma kokuyor bir de! Nedir bu kızartma kokusu? Bunları bu dar ve sıcak ortamda burnumuza dayamak, koklatmak zorunda mısınız? Bir de daha garibi var ki, boyu kısa ama saçı havaya doğru uzayan erkek modeli. Böyle saçlı bir kıza hiç rastlamadım ama yünden bozma, havaya doğru uzayan bir bulut yumağı saçlı erkek modelini her türlü metal & rock konserlerinde görmek mümkün. O değil de, hala grup tshirtleri de varmış. Utanmadan giyiliyormuş. Fütursuzca o saçlar uzatılıyormuş bakımsız bakımsız... Hala metalciler sivilceliymiş. Hala kendilerini en özel sanıyorlarmış. Ben ergenliğimden itibaren bu yola baş koydum. Ama hiç aptal olmadım (ya da olmadığımı sandım). Neyse...

Ve Katatonia

Konser saatleri ile ilgili bir yanlış anlaşılma vardı sanırsam. Kimi yerde 20:00 diye gösterirken, kimi yerde de 21:00 olarak yazıyordu. Bizi 19:45 gibi içeriye aldılar. Konser de 20:30 civarlarında başladı. İşte o an! Yine Katatonia elemanları ile karşı karşıya, göz gözeydim! 



"The Parting" ile başladılar. Son albümlerinden sevdiğim 3 parçadan biri zaten. Diğer ikisini çalmadılar bile. Nasıl "Hypnone" çalınmaz yaa? Nasıl çalmazlar! Bir önceki albümden sevdiğim parçalar vardı neyse ki. Beni en çok mutlu eden "Dead House" ve "Strained" oldu. Ezelden Katatoniacı olduğum için, albümler ne kadar geriye giderse, içimdeki coşku o kadar artıyor. Biliyoruz ki artık setlistlerinde Discouraged Ones albümünden öncesi yok. Biz de elimizde kalanlarla yetiniyoruz mecburen. Burdan Jonas'a da iki çift lafım var. İlk gördüğüm günden beri adamın dünyada kapladığı hacim giderek artıyor. İlk başlarda bu sevimli olsa da, artık biraz olması gerekeni aşmış gibi. Kilo bile nerelere fırtlayacağını şaşırmış. Halbuki Saklıkent konserinde ona İsveç diyeti yapmasını önerdikti. Onun aksine, Blakkheim da giderek dünyadan yokoluyor arkadaş! Adam kurudu kaldı. Bunlar benim çocukluk aşklarımdı. İkisi de uç noktalara saptılar. Bir de anlayamadığım, her konserde sabit 3 eleman haric sürekli başka bir ekip. Ben artık takip etmekten bıktım usandım. İsimlerine, geçmişlerine bakmayı bıraktım. Kimseler kimler... Zaten teknoloji çıkalı, konserlerde büyük gelişmeler var. Katatonia'nın daha önceki albümlerinde kullanmadığı efektler, klavyeler... Hepsi de arkadan veriliyor. Bence çok güzel oluyor. Canlı müzik ve konser sevmeyen ben, artık konserler orjinale daha yakın olduğu için zevk almaya başladım. Komple banttan verip playback yapsalar daha mutlu olurum aslında :P 

Bir çok konser sonrası yorumu okudum. Herkes konserdeki performanslarının muhteşem olduğunu söylemiş. Ben pek öyle düşünmedim bu sefer. Diğer konserlerinden daha iyi değildi kesinlikle. Yine herkes setlisti çok beğenmiş. Ben umduğumu bulamadım açıkçası. Bir kaç parça ile oyalanabildim yalnızca. Millet "July"da coşar, ben nefret ederim. Neyse, yine de onları görmek, çocukluk aşkımı görmek gibi bir şeydi benim için. Yıllarca şarkılarıyla acı, mutlu her günümde bana eşlik eden ses, etten kemikten 4. kez karşımdaydı. Yanımda başka bir cihaz getirmediğimden, iphone kamerası ile bol bol fotoğraf çektim. Diğer salaklar gibi küçücük telefon kamerasıyla kayıt almaktan daha mantıklı diye düşünüyorum. Instagramda paylaştığım fotoğraflardan birini Facebook Katatonia sayfasına yollamıştım. 


Sen biricik Blakkheim tut, fotoğrafı kendi sayfasında paylaş, üstüne de Yunanistan ve Türkiye konserleri çok iyiydi bilmemne yaz! Bir tane fotoğrafa 3 tane performans yorumu yap! Bir mutlu oldum bir mutlu oldum ki! İşte gerçekten sosyal medyanın gücü bu olsa gerek! Küçükken başıma gelseydi, tüm gece uyuyamazdım herhalde heyecandan!


Epica


Konser süresinin uzunluğundan ve bel durumumdan dolayı, tahminimce 2-3 parça dinleyip çıkacaktım. Artık belim koptu kopacaktı. Arkadaşım da söyledi, Simone Simons'ı bir kez görsem de olur, çıkabiliriz dedi. Zaten Epica konusunda "Cry for the Moon"dan bir adım öteye gidememiş olan ben, pek de beklenti içerisinde değildim. Fakat konserden iki gün önce son albümlerini indirmiştim. İlk 3 parçayı banko çalacaklarını bildiğimden onlara aşinalık açısından dinledim 1-2 gün. Aslında çok da beğendim, dinledikçe alıştım. Kendilerini aşmışlar sanki. O gereksiz ve ittirme senfonik havadan biraz daha progressive e kaymışlar. Bence çok da güzel olmuş. ama açıkçası benim de tek derdim kadını görmekti. Fotoğraflarda, videolarda böylesine güzel bir kadın kim bilir sahnede nasıldı! Heyecanla bekliyordum. Yarım saat - 40 dk'lık bir aradan sonra nihayet geldiler sahneye. Onlar sahneye geldiklerinde belim ve bacağım çoktan felç olmuştu bile. Ama ne yalan diyim, hepsi birer güneş gibi doğdular! 


Kadın zaten sesi ve görüntüsüyle kusursuz. Ama diğer elemanların bu kadar şeker olabileceklerini düşünmemiştim. Mark Jansen hariç diğerlerinden çok da haberim yoktu doğrusu. Normalde fotoğraflarda gayet süklüm püklüm olan tipler, sahnede adeta karizmalarını konuşturdular. Bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim hiç. O saçlar o başlar neydi? Bence hepsi efsaneydi. Seyirciyle olan iletişim, parçaların gazı... Uzun zamandır bu kadar eğlendiğimi, içimin kıpır kıpır olduğunu hatırlamıyorum. 





2-3 parça sonra gideceğim diyen ben, konser sonuna kadar ağzım açık çivilendim kaldım. Sahneden indiler zırt diye, anladım ki bis için geri dönecekler. Ama artık cidden fiziksel anlamda bitmiştim. Her ne kadar beynim kal diyorsa da, vücudum pes etmişti. Çıktık. Daha sonra neler oldu bilmiyorum. Bis için döndüler mi, döndülerse ne kadar kaldılar vs. bilen biri varsa Allah rızası için anlatsın!

Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Mekan görsel olarak çok güzel olsa da, ses sistemi yine boktu! Hadi teknoloji falan işi kurtarsa da biraz, yahu şu ülkede adam gibi bir konser izleyemeyecek miyiz biz? Ya da normali bu mudur nedir yani? 

Instagramda takip etmek isteyenler için kullanıcı adım: puthedge

İki gruptan da konserde çaldıkları (ikisi de son albümlerinden), sevdiğim birer parça ile başbaşa bırakıyorum kendimi...


4.04.2012

Cermodern

 

Kısa bir tarih anlaşmazlığından sonra, nihayet arkadaşlarla kararlaştırıp, Dali sergisi için Cermodern'in yolunu tuttuk. Hepimizin ilk gidişiydi. Bina oluşumunu çok beğendim. Sanki Türkiye'de değil de, bir Avrupa ülkesindeymişim gibiydi. Havanın da bunda etkisi vardı sanırım...

 

Sağ tarafta Divan kendine kocaman bir bölüm ayırmış. Hem cafesi hem de restoranı mevcuttu. Zaman olsaydı yemek yemeyi, ya da en azından cafe bölümünde oturup bir şeyler içmeyi isterdim.

 

Binanın içi de, dışı da yeterince etkileyici bence. Aktivite ne olursa olsun, gitmeye değer.

 

Gelelim sergiye... Çoğu kişi resimlerin baskı olmasından, miktarının azlığına kadar bir çok kötü eleştiride bulunmuş. Resimlerin orjinalinin getirilmesi kadar imkansız bir şey daha bilmiyorum ben. Dünyanın en ünlü ressamlarından biri... O resimlere baktırırlar mı hiç yakından? Dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşırlar mı? Genelde öyle sergilerde fotoğraf bile çekmek yasaktır. Hatta eserlerin yanına bile yaklaşılmaz, önüne kimse geçemesin diye engel bile yaparlar. 

 

Sergi 3 ayrı bölümden oluşuyordu. İlahi Komedya, Sürrealizmin İzleri ve Gala ile Akşam Yemeği... Hepsi de birbirinden ilginçti. Dali'nin bugüne kadar görmediğim bir sürü eserini görmüş olduk. Orada bulunan eserleri, Kızılay'da yerde satılan karton eserlerinden değildi... Eminim, yakından ilgisi olmayan hiç kimsenin daha önce görmediği eserleridir.

 
 Bunlar da sergiyi gezen gencolar =))



 

Duvardaki küçük tablolar, kağıt üzerine baskıydı. Kanvas baskı olsa, belki daha güzel olurdu diyeceğim ama, belki de resimler kağıt üzerine resmedilmiştir orjinalinde. Resimlerin yanında herhangi bir bilgi yoktu. Rehberin gezdirdiği saate de yetişemedik ne yazık ki...

 

Ayrıca, perdelerle çevrelenmiş küçük bir sinema odası vardı. Orada da Dali'nin film gösterimi yapılıyordu. Saatlerine yetişemediğimiz için, ortasında da girmek istemedik. 

Sergi alanının hemen yanında, aşağıda görülen, başka bir sergi daha vardı. Bir sürü desen desen kumaşlar. Yine ne girişte, ne de kumaşların yanında hiçbir bilgi yoktu. Kumaşlara bakmak çok keyifliydi ama ne olduğunu bilmeden gezdik. Yalnızca hepsinin yabancı ülkelerden geldiğini anladık. Ve her desen de farklı ülkelere aitti....

 

Çıktığımızda müzenin mağazasına uğrayalım dedik. Müze çıkışlarında müzenin mağazalarına uğramayı çok severim. En azından küçük de olsa bir hatıra almak isterim.

 

Fakat burası hiç umduğum gibi bir yer değildi. Dekor olarak çok iç açıcı, çok retroydu. Ama satılan şeyler hep tasarım ürünlerdi. Hani 1 liralık defterin kapağına Marilyn Monroe ya da Audrey basarlar da, onu 50 liraya satarlar ya, hah işte hep onlardan vardı. Böyle uyduruk şeyler yapıp, bir de adına tasarım demiyorlar mı, deli oluyorum gerçekten! 

Sözün özü, bir şey almadan oradan ayrıldık. Üzülürüm üzülürüm, çıkmadan bir kahve içemediğime üzülürüm...

29.11.2011

Dışişleri Kermesi ve Alman Okulu Yılbaşı Pazarı

26 Kasım 2011 tarihinde, 2 adet çok güzel etkinlik vardı Ankara'da. Birincisi, Dışişleri mensupları eşlerinin düzenlediği kermes, diğeri de Alman Okulu'nun yılbaşı pazarı etkinliği.

İlk olarak, sabah 10'da açılan Ankara Palas etkinliğinden bahsedeyim. Skingrat ile birlikte cumartesi günü sabahın köründe kendimizi dışarı attık. Tam 10'da orada olamayacağımızı bilsek de, 11'de orada olmayı başarmıştık. Daha kapıda bin türlü birbirine karışmış kokoş kadın parfümü kokusu karşıladı bizi. İçerideki izdiham görülmeye değerdi. Adım atacak yer yoktu neredeyse!

 
(Görsel bana ait değildir)

Ankara'da bulunana Büyükelçilikler'in neredeyse yarısı stant açmışlardı. En merakla beklediğim açıkçası Asya ülkelerinin stantları olmasına rağmen, en uyduruk olan onlarınkiydi. 


(Görsel bana ait değildir)


Bilerek kahvaltı etmeden gittik. Yemek tatmaya Hırvat böreğinden başladık. Fakat tatlı olanı tercih ettik. İçi çikolatalıydı. Ne yazık ki bu etkinlikle ilgili, kendime ait hiç fotoğraf yok. O kadar kalabalıktı ki, fotoğraf çekmek eziyet olur diye hiç bir şey çekemedim. Neyse... Daha sonra Kuveyt'in yemekleri cezbedince, bir kaç gıldır gıcık börek, köfte vs de oradan aldık.  Arada Japonya masasında denettikleri kırmızı fasülye tatlısından denedim. Gerçekten müthiş! Hiç ummazdım! Pirinç tatlısı zaten daha önce de yemiştim, bu sefer de hazır denettiriyorlarken deneyeyim dedim. İlk yediğim zamanki gibi iğrenç gelmedi. O da güzeldi... Son olarak da Endonezya'dan noodle alıp yedik. Eriştesi biraz değişikti...

Her bir standı 2 kez dolaştıktan sonra, saat 12:30 sularında oradan ayrılıp, doğru Alman Okulu'na koşturduk. Meğer bu etkinlikler her yıl yapılıyormuş! Benim neden sadece bu sene haberim oldu bilmiyorum! Tunus Caddesi'ni karış karış bilmeme rağmen, oradaki Alman Okulu'nun varlığından bile haberdar olmamam da ayrı bir konu....


Okula girdikten sonra, buradaki kalabalığın da gayet yaman olduğunu farketmemiz geç olmadı. Her yer Alman, yarı Alman ve Almanya'da yaşayan Türklerle doluydu...

Okulun 2 katında da etkinlik vardı. İlk kat sadece yeme ve içme aktivitesine ayrılmıştı. İkinci kat da alışverişe ayrılmıştı. 2 katta da iğne atsanız yere düşmezdi. Biz maratonumuza alışveriş katından başladık...

 

Gelir gelmez Alman salamından denedik... Sonrasında birer kadeh şampanya alıp, önümüzdeki devasa sırayı seyre daldık... Önce anlam veremedik, meğerse çikolata ve pasta sıralarıymış!



Bu katta da oyalanıp, 1 saat sıra bekleyip, alışverişimizi hallettikten sonra, peşine alt kata yeme içme faslına başlamak üzere indik...

 

Buradaki izdihamın da hatrı sayılırdı... Çok zaman kaybetmeden sosisimizi, lahana salatamızı alıp (ne yazık ki patates salatası bitmişti, yetişememişiz), bahçeye kuruluyoruz.

 

 

 

Sosisler için barbekü dışarıda yapılıyordu. Kimisi içerde, kimisi dışarda yemeğini yiyor ve içkisini içiyordu. 

 

O güne damgasını vuran bu veledi unutamayacağım!!! Bir yandan sosisini yerken, bir yandan da "mmmm" diyip, memnuniyetini belirten hareketlerle yiyordu yemeğini...

 


 

Tüm gün yükünü çekmek zorunda kaldığımız alışveriş torbalarımız...


O kadar gelmişiz, Almanlar'ın pastalarından tatmadan gitmek olmazdı! Ben kaymaklı pasta, Skingrat ise mokalı pasta tercih etti. Onun tercihi daha yerinde bir tercihmiş. Benimki çok matah değildi çünkü...

 
  



Veeeee bizim iki etkinlikten de payımıza düşenler:


Belçikalılar'dan aldığımız cin. Nette adını arattığımda Hollanda cini olarak görülse de, ülkesi hakkında pek emin değilim.

Yine Belçika'dan aldığımız Guylian markabeyaz çikolata. Bu markanın genelde midye şeklindeki çikolataları meşurdur. Yurtdışına giden herkes muhakkak alır. Burada sadece bu beyaz çikolata vardı. Alıverdik 2 tane!

 
 Kıbrıs'tan aldığımız orta kavrulmuş kahve. Kıbrıs da en büyük masaya sahip olan ülkeydi bu arada. Neler neler yoktu ki!
Bu da, fotoğrafta da görüldüğü üzere hellim peyniri. Kıbrıs hellim getirir de biz almaz mıyız?


Bu da Bulgaristan koyun peyniri. Hemen açtım denedim. Bizdeki koyun peyniriyle çok alakası yok. Yağsız beyaz peynir tadı var ilginç olarak...


Bunlar da Slovak birası... Çok merak ettik, aldık denemek için.



.....................Buradan sonrakiler Alman Okulu'ndan alınanlar................


Kalp kurabiye...

                                                                 Yuvarlak kurabiyeler...


Meşhur tereyağlı bisküviler...



Marshmallowlu çikolatalar! Buna bayılıyorum!


 
3 Paket kurabiye. Soldaki ve ortadaki Alman yılbaşı kurabiyeleri. En sağdakiler Kanada standından alındı. Daha eve gelmeden parçalanmış. Bu yüzden açıp tadına bakayım dedim hemen. Bayat ötesi! Kazıkladın bizi Kanada! Alman'ın gözünü yiyim!


 
Bunlar da meşhur marzipan! Neden daha çok almadım diye kızıyorum kendime. Fiyatı da inanılmaz uygundu. Ben badem ezmesinden çok hoşlanmasam da, gittiğim yerlere hediye götürürdüm en azından! 

En komiği de, Miyu'nun bütün bunları kendinin sanması! Sevinçten uçacaktı yavrucak! =)))