yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29.11.2011

Dışişleri Kermesi ve Alman Okulu Yılbaşı Pazarı

26 Kasım 2011 tarihinde, 2 adet çok güzel etkinlik vardı Ankara'da. Birincisi, Dışişleri mensupları eşlerinin düzenlediği kermes, diğeri de Alman Okulu'nun yılbaşı pazarı etkinliği.

İlk olarak, sabah 10'da açılan Ankara Palas etkinliğinden bahsedeyim. Skingrat ile birlikte cumartesi günü sabahın köründe kendimizi dışarı attık. Tam 10'da orada olamayacağımızı bilsek de, 11'de orada olmayı başarmıştık. Daha kapıda bin türlü birbirine karışmış kokoş kadın parfümü kokusu karşıladı bizi. İçerideki izdiham görülmeye değerdi. Adım atacak yer yoktu neredeyse!

 
(Görsel bana ait değildir)

Ankara'da bulunana Büyükelçilikler'in neredeyse yarısı stant açmışlardı. En merakla beklediğim açıkçası Asya ülkelerinin stantları olmasına rağmen, en uyduruk olan onlarınkiydi. 


(Görsel bana ait değildir)


Bilerek kahvaltı etmeden gittik. Yemek tatmaya Hırvat böreğinden başladık. Fakat tatlı olanı tercih ettik. İçi çikolatalıydı. Ne yazık ki bu etkinlikle ilgili, kendime ait hiç fotoğraf yok. O kadar kalabalıktı ki, fotoğraf çekmek eziyet olur diye hiç bir şey çekemedim. Neyse... Daha sonra Kuveyt'in yemekleri cezbedince, bir kaç gıldır gıcık börek, köfte vs de oradan aldık.  Arada Japonya masasında denettikleri kırmızı fasülye tatlısından denedim. Gerçekten müthiş! Hiç ummazdım! Pirinç tatlısı zaten daha önce de yemiştim, bu sefer de hazır denettiriyorlarken deneyeyim dedim. İlk yediğim zamanki gibi iğrenç gelmedi. O da güzeldi... Son olarak da Endonezya'dan noodle alıp yedik. Eriştesi biraz değişikti...

Her bir standı 2 kez dolaştıktan sonra, saat 12:30 sularında oradan ayrılıp, doğru Alman Okulu'na koşturduk. Meğer bu etkinlikler her yıl yapılıyormuş! Benim neden sadece bu sene haberim oldu bilmiyorum! Tunus Caddesi'ni karış karış bilmeme rağmen, oradaki Alman Okulu'nun varlığından bile haberdar olmamam da ayrı bir konu....


Okula girdikten sonra, buradaki kalabalığın da gayet yaman olduğunu farketmemiz geç olmadı. Her yer Alman, yarı Alman ve Almanya'da yaşayan Türklerle doluydu...

Okulun 2 katında da etkinlik vardı. İlk kat sadece yeme ve içme aktivitesine ayrılmıştı. İkinci kat da alışverişe ayrılmıştı. 2 katta da iğne atsanız yere düşmezdi. Biz maratonumuza alışveriş katından başladık...

 

Gelir gelmez Alman salamından denedik... Sonrasında birer kadeh şampanya alıp, önümüzdeki devasa sırayı seyre daldık... Önce anlam veremedik, meğerse çikolata ve pasta sıralarıymış!



Bu katta da oyalanıp, 1 saat sıra bekleyip, alışverişimizi hallettikten sonra, peşine alt kata yeme içme faslına başlamak üzere indik...

 

Buradaki izdihamın da hatrı sayılırdı... Çok zaman kaybetmeden sosisimizi, lahana salatamızı alıp (ne yazık ki patates salatası bitmişti, yetişememişiz), bahçeye kuruluyoruz.

 

 

 

Sosisler için barbekü dışarıda yapılıyordu. Kimisi içerde, kimisi dışarda yemeğini yiyor ve içkisini içiyordu. 

 

O güne damgasını vuran bu veledi unutamayacağım!!! Bir yandan sosisini yerken, bir yandan da "mmmm" diyip, memnuniyetini belirten hareketlerle yiyordu yemeğini...

 


 

Tüm gün yükünü çekmek zorunda kaldığımız alışveriş torbalarımız...


O kadar gelmişiz, Almanlar'ın pastalarından tatmadan gitmek olmazdı! Ben kaymaklı pasta, Skingrat ise mokalı pasta tercih etti. Onun tercihi daha yerinde bir tercihmiş. Benimki çok matah değildi çünkü...

 
  



Veeeee bizim iki etkinlikten de payımıza düşenler:


Belçikalılar'dan aldığımız cin. Nette adını arattığımda Hollanda cini olarak görülse de, ülkesi hakkında pek emin değilim.

Yine Belçika'dan aldığımız Guylian markabeyaz çikolata. Bu markanın genelde midye şeklindeki çikolataları meşurdur. Yurtdışına giden herkes muhakkak alır. Burada sadece bu beyaz çikolata vardı. Alıverdik 2 tane!

 
 Kıbrıs'tan aldığımız orta kavrulmuş kahve. Kıbrıs da en büyük masaya sahip olan ülkeydi bu arada. Neler neler yoktu ki!
Bu da, fotoğrafta da görüldüğü üzere hellim peyniri. Kıbrıs hellim getirir de biz almaz mıyız?


Bu da Bulgaristan koyun peyniri. Hemen açtım denedim. Bizdeki koyun peyniriyle çok alakası yok. Yağsız beyaz peynir tadı var ilginç olarak...


Bunlar da Slovak birası... Çok merak ettik, aldık denemek için.



.....................Buradan sonrakiler Alman Okulu'ndan alınanlar................


Kalp kurabiye...

                                                                 Yuvarlak kurabiyeler...


Meşhur tereyağlı bisküviler...



Marshmallowlu çikolatalar! Buna bayılıyorum!


 
3 Paket kurabiye. Soldaki ve ortadaki Alman yılbaşı kurabiyeleri. En sağdakiler Kanada standından alındı. Daha eve gelmeden parçalanmış. Bu yüzden açıp tadına bakayım dedim hemen. Bayat ötesi! Kazıkladın bizi Kanada! Alman'ın gözünü yiyim!


 
Bunlar da meşhur marzipan! Neden daha çok almadım diye kızıyorum kendime. Fiyatı da inanılmaz uygundu. Ben badem ezmesinden çok hoşlanmasam da, gittiğim yerlere hediye götürürdüm en azından! 

En komiği de, Miyu'nun bütün bunları kendinin sanması! Sevinçten uçacaktı yavrucak! =)))



25.07.2011

Son 1 Ayın Kahveleri


Haziran ayına sevgili Skingrat aracılığı ile kahve bombardımanı ile başladım.Dubai'den değişik bulduğu kahveleri kapmış gelmiş sağolsun.  Öncelikle MacCoffee ile başlamak istiyorum. Her ne kadar üstünde "cappuccino" yazsa da, kıvam olarak cappuccinoyu hiç andırmıyor. Üstelik bir de Irish Cream aromalı. Irish Cream'i hiç sevmesem de, aroması çok az olduğu için sorun olmadı. Daha çok Nescafe 3ü 1 aradaları anımsatıyor. Oldukça şekerli (tabii bana göre).




Gelelim Nescafe'nin Türkiye'de bulunmayan çeşitlerine... Nescafe'nin bence latte, cappucino, mocha gibi tüm çeşitleri çok başarılı. Köpükleri makine kahvesi kıvamında oluyor. Lattesi gayet tadı yerinde bir latteydi. Vanillia olanı da tahmin etmek zor değil. Bana yine şekerli geldi. Ama şeker sevenler için hiç sorun yok. Aslında bunların arasında bir de mocha vardı ama, fotoğraflayamadan hüpletmişim. O çok başarılıydı (şekeri hariç). Sturbucks'daki mochadan farksızdı desem yanlış olmaz. 
 



Bu da Türkiye'de görmeye pek alışık olmadığımız (çok az yerde bulunsa da) bir süt çeşidi. Kahve ve çay için kullanılıyor. Çabuk tüketmek gerekiyor çünkü kullanma tarihi biraz kısa. Yoğun bir süt. Her bir paket tek kullanımlık. Her ne kadar kıvamı yoğun olsa da, benim gibi, kahvesini tamamen light sütle içen biri için tek bir paketi yetersiz geldi. Ama eminim bunu böyle düşünen tek kişi benimdir. Çünkü toz krema kullananlar için miktarı ideal olacaktır. Üzerinde arapça yazdığı için de markası hakkında bir fikrim yok =)


 

Ve işte fotoğraflamayı unuttuğum, ama temsili bir fotoğrafını bulduğum müthiş kahve Maxwell House!  O kadar kahve denemişimdir, ama en lezzetlisi bu sanırsam. Tschibo'nun gold kahvesi normalde favorimdi, ama bunu daha çok beğendim. Fiyatı da pahalı değilmiş üstelik. Sırf deneyelim diye almış Skingrat. Daha önceleri Heinz alıyordu, o da muhteşemdi ama, bu resmen kendini farkettiriyor. İyi ki de almış. Türkiye'de bulamayacağım biliyorum. Ama olsun, bu da bitene kadar yanıma kar kalır =))


Not: Aslında geçen süre zarfında o kadar çok değişik kahve denedim ki, hiç birini de yazmak aklıma gelmemişti. Almanya'dan çokça süpersonik kahve getirmiştim oysa... Tealatte'den hiç bahsetmiyorum bile! Keşke yazsaymışım... Neyse artık, akıllandım. Değişik her şeyi yazmayı planlıyorum. 

Kalın sağlıcakla!

28.02.2011

Bir Grup Blogger'dan Başbakana Açık Mektup/Manifesto

Sayın Başbakan,
Basında yer alan içki yasakları haberleri nedeniyle hazırlamaya başladığımız bu manifestonun konusunu, 2011 Türkiye’sinde yaşanan “sosyal hayata yapılan müdahaleler” oluşturmaktadır.

Bizler kim miyiz?

Biz yan dairedeki komşunuzuz, biz bakkaldaki çırağız, biz üniversite öğrencisiyiz, biz vergisini kuruşu kuruşuna veren çalışanlarız, biz devletin memuruyuz, biz doktoruz, biz öğretmeniz, biz kesinlikle nedeni içkiden olmayan işsiziz, biz restoran sahibiyiz, biz çiftçiyiz, biz fabrikatörüz, biz akademisyeniz, biz reklamcıyız, biz asker çocuğuyuz, kısacası biz bu ülkenin dünü, bugünü ve geleceğiyiz. Ve biz içki içmeyi seviyoruz. Ama biz bugüne kadar bunu söylemeyi gerekli görmemiştik. Ama şimdi son derece gerekli görüyoruz ve sıralıyoruz:

1.Bizler, her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı müdahaleye karşıyız.

2.Bizler, ikiyüzlü demokrasiye karşıyız.

3.Biz “aslı olmayan korkular cumhuriyeti” yaratmaya çalışanlara karşıyız.

4.Biz, topluma karşı sorumlu birey yetiştirmenin yasaklardan geçmediğine inanıyoruz.

5.Biz, bu tip konularda başkasından koruma istemiyoruz; hepimizin kendini koruyabilecek bilinçli bireyler olduğunu biliyoruz.

6.Bir toplumu güzel kılan şeyin farklılıklar olduğuna inanıyoruz.

7.Bizler, demokrasiye inanıyoruz.

8.Bizler, yasakların ileride daha vahim sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

9.Biz, “içki seviyoruz” deme zorunluluğu hissetmeden içki içmek istiyoruz.

10.Biz, bu yüzden alkolik, serseri, işe yaramaz olarak yaftalanmak istemiyoruz.

11.Bizler her medeni toplumdaki medeni insanlar gibi içkinin keyifli anlarımıza eşlik etmesinden hoşlanıyoruz.

12.İçkinin bir amaç değil araç olduğunu düşünüyoruz.

13.Bizler çocukların ve 18 yaşından küçük gençlerin içki ve sigara içmelerine kesinlikle karşıyız.

14.Biz 18 yaşında gençlerin silah kullanmasına da karşıyız.

15.Biz bugüne kadar 18-24 yaş arası TC gençleri nasıl yaşadıysa öyle yaşamak; hatta daha da özgür bir ortamda yaşamak istiyoruz. Fakat özgürlüklerin sınırlarına da inanıyoruz.

16.Biz gençken eğlenmek, yaratmak, etkilenmek istiyoruz. Bunun da gelecekte daha sağlıklı, sosyal hayatında ayakları yere daha sağlam basan bireyler yetiştireceğine inanıyoruz.

17.Biz, gece hayatını seviyoruz.

18.Biz, gece hayatını sadece alkol ve cinsel içerikli olarak gören zihniyete karşıyız.

19.Biz bir konsere gitmenin, müzik dinlemenin, insan için geliştirici etkinlikler olduğunu düşünüyoruz.

20.Biz, bir konser dinlerken, notalara bir kadeh de içki eşlik etsin istiyoruz.

21.Biz, dünya starlarını görmek istiyor, bu konuda Dünya’dan geri kalmak istemiyoruz.

22.Biz, tüm çağdaş memleketlerin gençleri gibi kendimizi en özgür hissettiğimiz müzik festivallerine katılmak istiyoruz.

23.Biz, sanatçıların eserlerinin tanıtılması için çaba harcayan sanat galerilerin gala davetlerinde, bir kadeh içki alıp eserleri seyre dalmak istiyoruz.

24.Bizler, 40 yıllık bakkalımızdan 40 yıldır olduğu gibi içkimizi almak istiyoruz.

25.Bizler, düğünlerimizde sevincimizi paylaşan misafirlerimizle şerefe kadeh kaldırmak istiyoruz.

26.Biz, binlerce medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklara gelen turistlere, yine binlerce yıllık kültürümüzde var olan rakı-balık-meze, şarap-yemek uyumlarını en iyi anlatabileceğimiz görselleri sunmak, binlerce yıllık kültürümüzü anlatabilmek istiyoruz.

27.Biz, sevdiğimizle bir deniz ya da orman manzarasına bakarak ya da mehtabı batırarak kadeh tokuşturmak istiyoruz.

28.Biz, dini inançlarımızın ve sorumluluklarımızın sadece bizim meselemiz olduğunu düşünüyoruz.

29.Biz, tabii ki başkasının özgürlüğüne zarar vermeden özgür olmak istiyoruz.

30.Biz, bu hayatı kutlamak istiyoruz.

"Bu mektup/manifesto benim, bizim, onların değil destekleyen herkesindir! Eğer sen de desteklemek istiyorsan; bu yazıyı kendi facebook hesabında, blogunda, ya da nerede istersen orada yayınla.

Biz sesimizin hep birlikte daha güçlü çıkacağına inanıyor ve başbakanın söylediği gibi sadece %58'in değil geriye kalan %42'nin de Başbakanı olduğunu göstererek bu yazıyı dikkate alacağını umuyoruz! Hem belki %58’in içinde de bu manifestoyu destekleyenler vardır? Kim bilir…

Saygılarımızla,
Bir Grup Blogger!

23.02.2011

Cafe Botanica @ Ankara

Pazar günü pukhsinitha ve Ş. Ankara'daydılar. Aslında birkaç gündür buradaydılar ama pazar günü sabah sınavım olduğu için, sınav sonrası görüşmeye karar verdik.

Sınav sonrasında, Skingrat ile buluştuk. Uzun süre yemek yiyecek yer aradıktan sonra Bestekar Sokak'ta bulunan Otantik Kumpir'de kumpir yemeye karar verdik. Pukhsinitha ve Ş. tok oldukları için 1 saat sonra bize katıldılar. Buluştuğumuzda, daha önce 1 kez arkadaşlarımla gidip, çok övdüğüm Cafe Botanica'ya gitmeyi önerdim.

İlk gitmemin hikayesi biraz değişik. Bir gün yine arkadaşlarla yemek sonrası güzel bir kahve içecek mekan ararken aklımıza Bülten Sokak'ta bulunan Sardunya gelmişti. Gittiğimizde tüm masalar doluydu (zaten çok küçük, 5-6 masa anca vardır). Oradaki görevli Botanica'ya gitmemizi önerdi. Orası da onlarınmış. "Orası da güzel, öneririm" dedi. Yerini tarif etti, "buradan gidin, önce sağa sonra sola (?), karşınıza çıkar" dedi. Hepimiz de ok deyip ayrıldık oradan. Hava o kadar soğuktu ki, gitsek mi diye düşünüp, "e gidelim o zaman" diye karar verdik. Herkes birbirine güvenmiş olacak ki, kimse adamın yol tarifini tam anlamıyla dinlememiş. Skingrat'ın iddiasıyla hepimiz peşine takıldık. Bir yokuşa ulaşınca da her birimiz "burada olamaz" diyip geri dönmeye karar verdik. Zaten hava o kadar soğuktu ki, kilitlenmiştik adeta. Aslında doğru yoldaymışız. 1 hafta sonra tekrar adamdan yol tarifi alıp gittiğimizde öğrendik bunu =))

Mekana girer girmez hepimiz büyülenmiştik (yine aynı tayfa). Çok kalabalıktı. Bize zar zor yer ayarladılar. Şarabını yudumlayanlar, birasını içenler, diğer masadan gelen kahve kokuları, önümüzden geçen büyük porsiyonlu tabaklar, süper döşenmiş bir mekan ve sevimli sevis elemanları... Gerçekten harikaydı. Öyle bir yere göre fiyatlar da çok makuldü! Hemen hepimiz ayrı ayrı kimleri oraya götürebileceğimizin planlarını yapaya başladık. 1-2 saat oturup şaraplarımızı bitirdikten sonra, daha sonra bir daha gitmek üzere ağzımız kulaklarımızda ayrıldık mekandan.

Nihayet geçtiğimiz pazar 2. kez, arkadaşların da gelme vesilesi ile mekana tekrar gittim. Mekan aynı güzellikte bekliyordu bizi. Ama Ankara'da pazar günleri lanetli olduğundan mekanda kimsecikler yoktu. Belki 1-2 masa... Ama o kadar. Biz toplam 3-4 saat oturmuşuzdur. Masa sayısı hiç değişmedi bu süre zarfında. Gelenler gitti, yenileri geldi, sayı hep sabitti.



 İlk başta hepimiz içecek bir şeyler istedik. İçecekler ortalamaydı. Benim lattem getirilirken yarısı dökülmüştü. Çocuk önüme koyup gülünce, ben de gülüp "önemli değil" dedim. Sanki önemli olsa, yenisini dökmeden mi getirecekti? Tadı kötüydü ve soğuk gelmişti. Ama yapacak bir şey yoktu. Zevk almadan içip bitirdim. Masadaki diğer kişiler bitki çayı tarzında şeyler istedikleri için ne kadar kötü olabilirlerdi bilemiyorum, ama çok özellikli değillerdi, eminim. Çook uzun saat orada olduğumuz için (pazar günü kalkıp nereye gidilir sanki), içecek istekleri birkaç sefer devam etti. Mesela masaya çay istedik, soğuktu. Değiştirttik, tadı kötüydü. Bu nasıl bir özensizlik anlayamadım yani. Aslında mekan ilk bakışta şarap evi görüntüsü veriyor, menüye de birçok şarap eklemişler zaten. Ama öyle süper şarapları da yok, ilk gittiğimizde onu da deneyimledik zaten. Ama kalabalıktan mıdır nedir, gerçekten büyülenmiştik. Gerçi mekan hala güzel benim için, ama sadece dekorasyon ve ambiyans olarak, gerisinin pek de güzel olduğunu düşünmüyorum. Buyrun yemeklere geçelim:



 İstenilebilecek 3 farklı kategoriden yemek seçtik (bilinçli değildi). Somon Izgara, Mantar Soslu Tavuk ve Ton Balıklı Salata. Bence cafe tarzı yerlerde ızgara balık seçimi pek mantıklı değil. Balık zaten riskli bir yiyecek grubu olduğundan, her zaman taze midir değil midir sorusu çokça meşgul ediyor zihnimi. Ton balığı için geçerli değil bu tabii, o da konserve olduğundan dolayı...
 Mantar soslu tavuk öncelikle çok başarısızdı. Sunum sözde güzel yapılmaya çalışılmış (fotoğraf çok kötü, mekanda ışık bu kadardı), ama başarısızlıkla sonuçlanmış. Sözde mantar soslu tavuk ama, mantar hariç her şey vardı içinde. Hatta daha çok mısır ve zeytin vardı. Üzerindeki soya filizleri de çok gereksizdi, salata koysalarmış daha iyi olabilirmiş. Sanki acemi bir aşçının elinden çıkmış gibiydi. Somon ızgaraya gelirsek, tadına bakmadım ama arkadaşımın söylediğine göre o da başarısız ve yavandı. Yanındaki gıldır gıcıklar da başarısız görünüyordu.
Ton balıklı salata benim seçimimdi. Hiç de menüde yazdığı gibi bir içeriğe sahip değildi. Bolca yaprak ve lütfedilmiş ton balığı görünümü... Salatayı yanında gelen limon sosuyla falan biraz bir şeylere benzetmeye çalıştım. Zaten bence salata biraz çeşitlikli olmalı. İçinde ne kadar çok malzeme olursa o kadar hoşnut oluyorum ben. Yoksa ben de marulu alır, parça pinçik eder ve üstüne ton balığı döküp yerim evimde paşa paşa. Bir cafe eğer menüsüne "salata" başlıklı bir kategori ekliyorsa, bence biraz özelliği olmalı. Sonuç olarak kebabın yanına ikram getirmiyorlar, bizzat para verip, öğün yerine istediğim bir şeydi. Yani, yemek için çok başarılı değildi bence. Pazar günü gazabına mı uğradık onu da bilemiyorum. Birimizin yemeği güzel olsaydı fikrim değişebilirdi ama genel olarak bir özensizlik gördüm yemeklerinde ve içeceklerinde. Nedense zaten bir mekana ilk gittiğimde çok beğeniyorum ama 2. denemeler hep hüsranla bitiyor. Masala Cafe yazımda da aynı hayal kırıklığını yaşamıştım zaten...

Mekanın müzik tercihi konusunda da bir şeyler yazmak isterdim ama, ilk gittiğimde fonda çalan ve mekanla uyumlu ezgiler yerine, bu sefer gayet karaktersiz bir şekilde, Nilüfer'in son albümü (sanırım), Manowar ve ismini bilmediğim İspanyolca (Bessame mucho tarzı) parçalar çaldılar. Yani bu karaktersizliği neye borçluyduk bilemiyorum. Bir daha gider miyim? Evet giderim. O da mekanın güzelliği hatrına... Ama asla yemek yemek için değil... Birer kadeh şarap ya da bira içmek, Ankara'da değişik mekanlara gitmek isteyenler için uygun bir yer olabilir...

27.01.2011

Lunatic Soul

Bu yazıyı çok daha önce yazmayı planlıyordum. Yazmamamın nedeni ise 2 albüme de 1 gün aralıklarla sahip olmam ve yalnızca ilk albümü dinlemiş olmam. 1. albümü sindirmeden 2.'ye geçemedim malesef!

Lunatic Soul, Riverside'ın vokalisti Mariusz Duda'nın solo projesi (yan projeleri de var ama Riverside ile tanınıyor). İlk albümü olan Lunatic Soul (evet albümle band ismi aynı) 2008'de piyasaya çıktı. Ben neden bu kadar geç farkettim bilmiyorum! Bu yeni projenin en büyük özelliği albümde elektro gitar kullanılmamış olması. Parçalarda etnik öğeler de bulmak mümkün. Bazı kişiler albümü Opeth'in Damnation'ına benzetmişler. Fakat ben bir alaka bulamadım doğrusu. Orada hem bol miktarda elektro gitar var, hem de duygu bakımından çok daha farklı. İki projenin de melenkolik olması bence bir benzerlik değil! Hem Mariusz Duda o kadar büyük bir adam ki, notalarıyla insanları nasıl vurabileceğini biliyor. Yani Mikael bok yemiş! İlk dinleyişte parçalar sizi çok vurmasa da, bir kaç dinleyişten sonra "ohaaaaaa" dedirtecek kıvamda. Haftalardır kopamadım! Parçalara ihanet etmemek adına 2. albüme de geçemedim bir türlü! Her dinlediğimde ayrı ayrı yerlere yolculuk ettim. Tarifsiz bir haz bu. Sonuna kadar da sömürdüm. Tüm parçalarını paylaşmak isterdim ama, gereksiz kalabalık olur, zaten dinlemek isteyen mutlaka ulaşacaktır bir şekilde. İlk olarak fikir edinmek isteyenler olur diye şu parçayı paylaşayım:


Nihayet 2. albümleri olan Lunatic Soul II'ye de geçtim bugün. Geçmez olaydım... Başka bir şey dinleyemiyorum! Bu kadar mı iyi olabilir bir albüm? Amca ne yapmışsın sen yaa! Öldürecek misin bizi? Ben şahsen gittim geri geldim... Her parça ayrı bir güzel! Hem de ilk dinleyişte bile yadırganmayacak, alışmayı bekletmeyecek cinsten. Müzikal anlamda son zamanlarda beni doyuran tek albüm oldu bu. İlk albümlerindeki ohalık derecesini kat kat katladı. Böyle başarılı adamlar oldukça sırtım yere gelmez benim. Bunlardan birincisi tabii ki Mariusz Duda, ikincisi Steven Wilson, üçüncüsü ise Dan Swanö. Böyle "front man"ler oldukça, "Music of the future will not entertain" olayı da ortadan kalkmış olur. Bu savı ortaya atan her ne kadar Steven Dayı olsa da... Bence 3'ü birleşsinler, bir grup kursunlar, ben de gidip bir yerlerden atlayayım artık! Neyse, ne diyordum, bu ikinci albüm cidden olayı aşmış. Biraz melenkolik şeyler keşfetmek isteyenlere ilaç gibi gelecektir eminim!  Ben ki sözlere pek önem vermem (aldığım haz edebi değil, müzikal olduğu için), 2 albümün sözleri de gerçekten melodilerle çok paralel olmuş. Ben şiddetle tavsiye ediyor, 2. albüm için tek bir parça paylaşamayacağımdan, albüm teaser'ını yayınlıyorum. Buyrun efenim, fikir edinin:

15.01.2011

Californication ile başlayan macera

Sonunda Californication, uzun bir sürenin ardından başladı. Aslında dizi tek sezon olarak tasarlanmış, fakat yoğun istek üzerine devamı çekilmiş. Bu sezon 4. sezonları. Süper bir tempoyla başladılar diyemeyeceğim ama açılış sahnesi süperdi. Eklediğim video da açılış sahnesine ait. Alice in Chains - Check My Brain parçasıyla süper bir giriş yapılıyor. Aslında ben pek dizi izlemem, fakat bu dizi beni dizi izlemeye ısındıran ilk dizidir. Ne kadar çok "dizi" dedim yahu! Konusuna gelecek olursak, şöyle özetleyebilirim; aslında baş kahramanımız Hank Moody etrafında dönen talihsizlikler silsilesi... Kendisi her ne kadar uçkuru peşinde koşmasa da (!), uçkuru peşinde koşan kadıncağızların gökten Hank'in yatağına inmesiyle başından geçen bin türlü olay... Merak ettiyseniz izleyin de görün! =))


Dizi maceram bununla başlasa da, bununla son bulmadı. Peşinden "Modern Family" geldi. Ben böyle pek Amerikan espirilerine gülebilen bir insan değilim. Neredeyse çevremdeki her insan Cnbc-e izleyip, deli deli ekrana bakıp gülerler. Bense gülecek bir şey bulamam. Zoraki espiriler gibi geliyor bana. "Nerd" espirileri... Konumuza dönecek olursak, Modern Family'i izleyip gerçekten gülüyorum! Çok komik beee!!! Bir sürü dizi takip edip eğlenebilenler varsa, bunda 2 kat kadar daha eğleneceğiniz garanti. Zaten daha 2. sezonda. Yetişmek de mümkün yani (eğer yetişme zorunluluğu gibi sapık bir huyunuz varsa tabii...).

En güzelini sona sakladım! Zaten şu an yalnızca 3 dizi takip ediyorum. Bu ne olabilir? Tabii ki Mad Men! Mad Man ile biraz geç tanıştım. Geçtiğimiz yaz, sıkıldığım bir gün, "hadi bakalım izleyeyim bir kaç bölüm" diye oturup, günlerce başından kalkamamama neden oldu. Karakterler bu kadar mı yerli yerinde olur! Bir atmosfer bu kadar mı güzel insana hissettirilir! Dizi çok ağır bir şekilde ilerlese de, insanı ekrana kilitlemeyi başarabiliyor. Çok ilginç bir olay olsa dahi, olayların yavaş ve heyecansız olmasından dolayı şaşırmıyorsunuz. Olayın heyecanı bile sizi o an değil, daha sonra düşündüğünüzde etkiliyor. Bilmiyorum, herkes böyle mi düşünüyor? Ben bir salaklık ettim, 4 sezonu 1 ayda bitirdim. Ee tabii bitince de çok üzüldüm neden sindirmedim diye! Yeni sezon da taaa Temmuz ayında başlayacakmış! Of ki ne off!
 
Bir de animeler var tabii... Benim gibi biri anime izler mi? Hiç sanmıyorum!  Ki aslında Japonya ve Japonca konuları yüzünden de izlemem beklenir aslında. Ama öyle sevimli canavarlar, dövüşmeler falan... Yok, izlemem... Hiç mi şansları yok? Var ayol var! Bir gün, zorla başına otutturulduğum Death Note var. Çok da sevdim. 25. bölümden sonra her ne kadar zibidik karakterler sokulup konu dağıtılmış olsa da, finale doğru toparlanıp tekrar işi düzelttiler. Heyecanla izlenebilecek bir anime. Başka anime neden mi izlemiyorum? Çünkü zaten en iyisi buymuş =P Daha da iyisi yok dediler, ben de bulaşmadım. Bir de bu animenin 2 tane filmi çekildi. Çok kelekmiş, izlemedim, izlemem. Animeyi film yapmak zaten saçma. Olay zaten anime olması. Film yapılmak istnseydi, senaryo direkt film olarak çekilebilirdi zaten. 2. sezonda açılış ve kapanış müzikleri yine Japon olan Maximum the Hormone grubuna ait. O da sizi tam gaz hazırlıyor zaten izlemeye. Merak ettiyseniz buyrun:

8.01.2011

Masala Cafe @Ankara

Bugün Masala Cafe'ye gittik. Burası, Şili Meydanı ve Paris Caddesi'nin kesiştiği yerde bulunmakta. Pakistan mutfağından örnekler sunuyorlar. Fakat menüde fix menü olarak hazırlanmış yemekler de var. Bunlar Türk yemeklerinden oluşuyor. Bu benim Masala Cafe'ye 2. gidişim. İlki Skingrat ile, bu sefer de arkadaşlarımla. İlk sefer mekan beni daha bir büyülemişti. Mekana girdiğimizde her masada farklı ülkeden insanlar, köşede tütsü ve fonda geleneksel Pakistan müzikleri vardı. İki seferde de servis çok yavaştı. Demek ki şansa değil, servis gerçekten yavaş. Sorduğunuzda 20 dk içinde hazır olacağını söylüyorlar ama 30-40 dakikayı buluyor. Çünkü tek aşçı var (kendisi Pakistanlı), 1 tane de servis elemanı var. Çok fazla kişi çalıştırmalarına da gerek yok aslında, çünkü mekan pek bir küçük.

Neyse efenim, ilk gittiğimizdekinin aksine, bu sefer kimsecikler yoktu girdiğimizde. Tütsü de yoktu, müzik de... Bir zaman sonra DVD'ye "Pakistan top 10 music videos " konuldu, o biraz durumu kurtardı gibi. Klasik olarak siparişler verilmeden ikramlar geldi sofraya.

CHANA CHAT, NAMAK PAREY AND CHATNIS

Başlangıç ikramlarını seviyorum ben. Türk damak tadından pek farklı değil. Sadece kimyon tadı biraz yoğun, ama o kadar. Ben ilk gittiğimde Jalfarazi Tavuk yemiştim. Buyrunuz fotoğrafı:
Çok ahım şahım bir tat değil. Ama yeterince doyurucu. Çok farklı bir tat da beklemeyin derim. Skingrat da ilk gittiğimizde karışık barbekü tabağı istemişti. Barbekü tabağındaki tüm etler zaten tek tek menüde var. Yani menüdeki Izgaralar kısmındaki her şey bu et tabağındaki etlerin her birinin adı. Konsept de hep aynı. Ne isterseniz isteyin, yanında sebze garnitür, salata ve basmati pilavı geliyor. Buyrun barbekü tabağı:
Benim gideceklere tavsiyem, eğer körili yemeklerden denemeyecekseniz, ki ben denedim ve çok ilginç bulmadım, ızgaralar bölümünden karışık barbekü tabağını deneyin. Çünkü bir tabakta bir çok yemeğin tadına bakmış oluyorsunuz. Bizim bugün istediğimiz yemekler, yukarıda gördüğünüz etlerin tek tek versiyonlarıydı. O yüzden fotoğraf koymuyorum.

Geçen gittiğimizde, yemeğin üstüne çay istemiştik, ikram olarak gelmişti. Bu sefer servis elemanının biraz gazabına uğradık. "Çay getireyim mi üstüne?" diye sordu. Kabul ettik. Pakistan usulü sütlü ve baharatlı çay getireceğini söyledi, onu da kabul ettik. Fena değildi çay. Daha çok aromalı sütlü kahve gibiydi. Denemeye değer, ama ikram olarak getirmemişler. Tanesi 4,5 liraydı. Yani işin bu kısmına da dikkat etmelisiniz.

Biz bu masada oturduk :

Ortalama bir mekan bence. Değişik şeyler denemek isteyenler için uygun. Ama sürekli gidilmez. Bir daha ancak bir misafir götürmeye giderim diye düşünüyorum.

Not: Fotoğrafların hiç biri bana ait değil. Cafe'nin Facebook sayfasından aldım. Cep telefonu ile fotoğraf çekip yayınlamaktan nefret ediyorum! Bu seferlik böyle olsun.

4.12.2010

Nanta Cooking Show


Bugün Asya Çalışmaları bölümünden arkadaşlarla, Kore'den gelen "Nanta" grubunun şovunu izlemeye gittik. Gerçekten performansları inanılmazdı, ve hayatımda izlediğim en iyi gösteriydi diyebilirim. Kısaca açıklamak gerekirse de, konuşma olmadan, geleneksel Kore ritimlerinin komedi ve dramla birleşmesi denilebilir. Web sitelerinde böyle tanımlamışlar kendilerini. Sahnede hem dans, hem müzik, hem komedi, hem yemek pişirme, hem de tiyatroyu bir arada izliyorsunuz. İşin güzel kısmı ise interaktif olmaları. Seyirci ile zaman zaman diyalog içindeler ve gösteri herhangi sözsel bir şey içermediğinden dünyanın her yanından seyirciye açık bir gösteri. Fakat ufak tefek Türkçe sözcükler kullanarak gerçekten seyircileri şaşırtıp, eğlenceli vakit geçirmelerini sağladılar. Zaten şu an da dünya turu kapsamında gelmişler Türkiye'ye. Eminim yurtdışında insanlar bu gösteriye bir hayli para ödüyorlardır (ama ne kadara pahalı olursa olsun değer)! Fakat Türkiye'deki gösteri ücretsizdi. Girebilmek için yalnızca davetiye gerekiyordu. E davetiyeyi biz bulmayacağız da kim bulacak! =))

Bir daha Türkiye'ye gelirler mi bilmem. Ama siz siz olun, bu gösteriyi izleme fırsatını bulduğunuz anda kaçırmamaya bakın!

Fikir edinilmesi açısından trailer videosunu buradan izleyebilirsiniz.

6.03.2010

Kadın Blogları

Ben sürekli blog yazabilen biri değilim. Her yeni bir post yazdığımda, "Tamam artık sürekli yazarım ben" diye kendimi kandırdığımı farkettim. Aslında üşeniyorum yazmaya... Kafamda yazacak şeyler olmadığından değil... Ama diğer yazarların bloglarını takip etmek daha kolayıma gidiyor.

Bugün yazmak istediğim şey ise "Kadın Blogları". Gerçekten çok garip. Tüm kadınlar mı aynı yoksa herkes birbirinin bloglarını okudu da aynı formata mı bürünüverdi dünya birden? 1-2 tane okuyunca bir kadın için gerçekten zevkli olabilecek şeyler aslında. Ama herkes aynı şeyleri yazıyor! Yok efendim şu kıyafetleri aldım bugün, kocam bana şunu aldı, bugün alışverişteydim, kuzişimle şöööyle bir alışveriş turuna çıktık, şu kıyafeti uzun süredir istiyordum, bu makyaj malzemesini uzun süredir kullanıyorum ve size de öneriyorum vs vs... Anladığım kadarıyla herkes her gün alışveriş yapıyor. Başka zevk ve eğlence kalmamış dünyada. Hatta alışveriş çılgınlığı öyle hat safhada ki, bazıları hızını alamayıp her gün internetten de alışveriş yapıyor! Her dakika alışveriş yapan bir insan o aldıklarını nerede ve ne zaman kullanıyor onu da anlamıyorum! Ya herkes çok zengin, ya da bu işin suyu çıkmış artık... Bu ne arkadaş yaa? Bir de evde incik boncuk, takı toka tarzı şeyler yapıp satanlar var. Cidden de satabiliyorlar taktir de etmiyor değilim. Belirli periyodlarla da çekiliş yapıp hediyeler veriyorlar. Çoğunun verdikleri hediyeler çok güzel, bayılıyorum. Ama katılmaya da üşeniyorum. Hem nasılsa bana çıkmaz, hem de çekilişlerin bilmem kaç tane kuralı var. Yok follow edicen, yok yorum yazıcan, yok blogunda tanıtıcan... Bir gün bir siteyi tanıtırsam gerçekten çok sıkılmışım demektir. Ya da acaba ben de mi globalleşmiş olacağım o zaman? Ben de mi standart kadın blog yazarı statüsüne ulaşmış olacağım? Acaba?

8.03.2009

Dünya Kadınlar Günü



8 Mart "Dünya Kadınlar Günü" nü kutlamıyorum! Ne ki bu? Sevgililer gününe ota boka karşı çıkan sözde entel tüm kadınlar neden bu güne 4 elle sarılıyor? Böyle bir günün varlığını kabullenip kutlamak bence en başta kendini 2. sınıf görmenin önde koşanıdır... Çok sinirlendim devam etmiyim...