Sabah zaten kapkaranlık bir havaya uyandık. Yağmur ihtimaline karşın şemsiyemiz ve montlarımız zaten hazırdı. Kalın kalın giyinip metronun yolunu tuttuk. Yıllar önce Ankara'da tanıştığımız ve çok sevdiğimiz bir Japon arkadaşımız, bizim için başka şehirden (Sendai) gelecekti. Yağmur çok şiddetli olduğundan, metro istasyonundan çıkmadan, arkadaşımızın gelişini beklemeye başladık. Nihayet buluştuk ve o yağmurda zar zor da olsa yine bir cafe bulup kahvaltımızı ettik. İçimiz ısındıktan sonra Harajuku sokaklarını turlamaya başladık. Yağmurdan ötürü bu gün hiç fotoğraf çekmedim. Eşimin telefonu ile çektiği fotoğraflar ile idare edeceğiz =)
Buraya gelmeden önce gerçekten çok hevesliydim. Bir sürü alışveriş yapacağımı, güzel ve ilginç fotoğraflar çekeceğimi düşündüm ama ne yazık ki yağmur bütün planlarımızı suya düşürdü. Hevesimizi de kırdı. Ilk olarak bir cafeye girip kahvaltimizi ettik.
Ayrıca artık Harajuku, benim kendi tarzımdan çoook çoook gerideydi. Lise ve üniversitenin ilk yıllarında kalmıştı. İçimde sandığım kadar bir heyecan oluşmadı. Yine de o ilgi çekici insanları ve mağazaları görmek paha biçilmezdi. Fakat yağmur gün boyunca bir dakika bile nefes almamıza izin vermedi. Sanırım çevrede de yağmurdan tek şikayeti olan bendim. Bütün kızlar mini etekleri ve über topuklu ayakkabıları ile sulara bata çıka yürüyor, ıslanmayı hiç ama hiç umursamıyorlardı. Bense, her girdiğim mağazaya girerken şemsiyemi poşetleyip, çıkarken poşetten çıkarmaktan fenalık geçiriyordum.
Yine de oradan çok mutlu ayrılarak, yürüyerek Omotesando'ya geçtik. Kocaman, geniş caddeli, sağlı sollu mağazaların bulunduğu, normal günde gidilse bayılınacak bir yerdi. Biz yine yağmurda heba olduk. Ne mağaza gezdik, ne bir şey yiyip içik. Sadece cadde boyu yürüyüp, bir başka Japon arkadaşımızla daha buluşmak üzere metronun yolunu tuttuk.
Bir sonraki durak Shibuya idi. Shibuya'da diğer arkadaşımızla da buluştuktan sonra, köri yemek istediğimiz için. köri mağaza zincirlerinden birine girdik. Yemekten aşırı derecede memnun kaldık.
Daha sonra bir klasik olan Hachiko durağına gittik. Fotoğraf çekindik.
Yine istediğimiz şeylerden biri olan, Purikura cekimi yaptık. Purikura ne derseniz, orada yıllardır ünlü olan, fotoğraf çekinme otomatı diyebiliriz. Hemen her yerde bu purikuralardan görebilirsiniz. Perdelerle ayrılmış, içinde atariyi andıran bir makine olan bir oluşum. Tek, çift ya da 4 kişi aynı anda girebiliyorsunuz. Öncelikle her şey zamanlı. Kaç kişiyseniz ekrana kişi sayısını yazıp parasını atıyorsunuz. İlk olarak tema seçiliyor. Aşk, cadılar bayramı vs gibi bir çok tema vardı ama sanırım biz (4 kişiydik), friendship temasını seçtik. Unutulmaması gereken şey, her şey Japonca! İngilizce seçenek var mıdır bilmiyorum ama, bizim kullandığımız makinede yoktu. Temadan sonra tek tek ekranda göründüğü şekliyle makine fotoğrafınızı çekiyor. Mesela önce yüz fotoğrafları çekiliyor. Sonra bir kişiyi ana karakter yapıp diğerlerini arkaya aldırıyor. Sonra boy fotoğrafı çekiyor. En son, tek tek çekilen kareleri kendi otomatik olarak güzelleştiriyor. Mesela herkesin yüzünü inceltip, beyazlatıp, gözlerini büyütüyor. Peşine, çekilen boy fotoğraflarında bacakları inceltip boyları uzatıyor. Herkes klasik Japon dergilerindeki klasik Japon kızlara benziyor. Japon arkadaşlarım inanılmaz güzelleştiler =) Ben zaten beyaz ve büyük gözlü olduğum için, bir de üstüne göz büyütmesi, surat beyazlatması ve yüz darlaştırması yapılınca uzaylıya benzedim. Eşim de bu işlemlerin sonunda top sakal takmış güzel bir kıza benzedi =) Sonra da bu fotoğrafların üstüne, makinenin kendi kalemi ile seçebileceğiniz bir sürü sticker yapıştırabiliyorsunuz. Kalp, konuşma balonları, parti temaları, bıyıklar, gözlükler.... Hepimiz salak salak bir şeyler yaptık. Fotoğrafların içine ettik. Zaman kısıtlaması olduğu için elimiz ayağımız tutuştu. En sonunda da mail adreslerini yazıp "yolla"ya basmanız gerekiyor ama biz bir türlü "@" işaretini bulamadığımızdan, arada da zaman yüzünden hakkımızı kaybettiğimizden yazamadık =( Bu tüm işlemlerin sonunda da fotoğraf çıktısının boyutuna, adedine karar verip OK komutuna basıyorsunuz. Yine bir çok seçenek olunca ve zaman akıp gidince Japon arkadaşlar biraz tutuştu ve elimize iki adet mincirik purikura geçti. Biri onlarda, biri bizde kaldı. Yine de bize güzel bir hatıra oldu.
(Fotograf temsili)
NEKO CAFE
Uzun zaman önce Japonya'daki kedi kafe olayını duymuştum. Her zaman "Acaba bir gün ben de gidebilir miyim?" diye düşünmüştüm. Hazır Japonya'ya gitmişken, bu isteğimi Japon arkadaşımla da paylaştım ama daha sonra zaman azlığı nedeniyle iç mekanda zamanımızı bosa harcamak diye düşünmüştüm. Fakat bu yağmurlu gün kedi kafeye gitmek için en uygun gündü. Neko Cafe (Yani kedi kafe) 'nin olayı, Tokyo'da bir çok apartmanda kedi köpek beslemek yasak olduğundan, insanların hayvan özlemini gidermek için belirli bir ücret karşılığında ve ev ortamında onlarla vakit geçirebilmeyi sağlatmak. Arkadaşımız da internetten bakıp, Shibuya'da bir kedi kafe buldu. Doğru yola koyulduk. Yine bir apartmanın bilmemkaçıncı katında. Kafenin kapısının bulunduğu katta her yerde kedi resimleri, sevimli kedi stickerları ve insanların kediler ilgili yazdığı yazılar vardı. Kapıyı lönk diye açıp giremiyorsunuz zaten. Kapının yanında bir tane küçük konuşma penceresi var. Oradan kafe sahibi herkesi tek tek içeri alıyor. Girmeden önce size bir kılavuz veriyorlar. Bize ingilizce, Japon arkadaşlara Japonca verdiler.
Öyle abuk subuk kurallar var ki, kedileri kucağınıza almayın, yalnızca kendi istekleriyle kucağınıza gelirse sevin, fotoğraf çekebilirsiniz ama flash kullanmayın, kedi eğer yüksekteyse onu alıp aşşağıya indirmeyin, aşşağıdaki bir kediyi kaldırıp yukarıya çıkartmayın, tasmalı kedileri değil, yalnızca tasmasız kedileri sevin, kedilere hiçbir şekilde yemek vermeyin, masalara çıkartmayın, severken çok sıkmayın...vs vs... Yarım saat bizi beklettikten sonra, önce paramızı aldılar =) 1 saat için 1000 yen ödüyorsunuz. Bu da yaklaşık 10 dolara denk geliyor. İçine 1 içecek dahil. İçeri girmeden ayakkabılarınızı çıkarıp ayakkabılığa koyuyorsunuz. İçeri girince eşik gibi bir yerde hepimizin montlarını, çantalarını tek tek poşetlediler. Yalnızca telefon ve fotoğraf makinelerini almamıza izin verdiler. Önce kedili terliklerimizi giydik. Sonra ellerimizi sabunla iyice yıkadık. Son olarak da ellerimize bir dezenfektan sıktılar. Sonra oturacağımız yeri gösterdiler. Koltuklarda yer olmadığından (aslında vardı), yer masası gösterdiler bize. Tüm bu işkenceden sonra yere oturmaktan pek hoşnut olmadım doğrusu. İçecek siparişlerimizi de verdik. Fakat kediler o kadar alışmışlar ki ortama, asla gelip de bu yeni gelenler kim diye koklamıyorlar. Zaten toplamda 8-9 kedi vardı. Hepsi kendi halinde. Kimseyi umursamıyorlar. Kimsenin yanına çağrılsalar bile gitmiyorlar. Zaten hepsi çok sakin.
Eğer kedilere yemek vermek istiyorsanız bir kap mama için para ödemelisiniz. Ama zaten hali hazırda kedim olduğu için, tok olan bir kediye ekstradan mama alıp vermek çok manasız geldi bana. Güvercin mi bunlar ayol? Zaten yemek yeme yerlerinde karınları doyuruluyor. Neyse, daha sonra siparişlerimiz geldi. Yine binbir direktif. Sakın kedilerin masaya çıkmasına izin vermeyin, kedilere içeceklerinizi koklatmayın, içeceklerinizi içmediğiniz anlarda kapakla kapatın... Arada dalmış olacağız ki, yine görevli biri gelip "içmiyorsanız kapakları kapatın" diye yanımıza gelip içeceklerin kapaklarını kapattı. Bunun üzerine Japon arkadaşımız "Bu kadar kural biz Japonlara bile fazla!" diyip hepimizi çok güldürdü =) Saatimiz dolmak üzereyken yine kafe sahipleri tarafından uyarıldık ve başka bir yere gitmek üzere kalktık...
------------------------------------------
Saat akşam 7 olmuştu ve arkadaşlarımızdan biri, evine dönmek zorundaydı (çünkü başka bir şehirde oturuyordu) . Hep birlikte onu durağa bıraktık ve sonrasında Shibuya'daki ünlü Sushi restoranlarından birine gittik. Restoran, alışveriş merkezimtrak bir yapının içindeydi. Yine üst kattaydı tabii ki =) Restoran önünde kuyruk vardı. İsmimizi yazdırıp beklemeye başladık. Restoranın dışında bir sürü sandalye vardı ve herkes oturup sırasını orada beklemek zorundaydı. İsmi okunup sandalyeden kalkanların boş yerine diğer oturanlar kendini kaydırmak zorundaydı =) Öyle saçma kurallar var ki, herkes bunlara otomatik olarak uyuyor. 1-2 sefer sonrasında siz de hiç yabancılık çekmeden kendinizi o kuralları uygularken buluyorsunuz. Sonunda sıra bize geldi ve şeflerin de ortada bulunduğu klasik sushi barda oturmayı tercih ettik.
Önünüzden tabak tabak sushiler geçiyor. İster önünüzden geçerken canınızın çektiğini alabiliyorsunuz, ister önünüze gelen menüden istediklerinize kalemle tik atıp garsona veriyorsunuz. Her tabakta 2 ya da 3 sushi vardı. Biz 3 kişi bir sürü tabak aldık.
Yemek bittiğinde garson tüm tabakları üstüste koyup, bir aletle barkod okur gibi okuyup size hesabı çıkarıyor. Üzerinize de içtiklerinizi ekliyor. Biz yine bira içerikli kokteyller içtik. Ya ben gerçekten bu ülkede içtiğim hiçbir şeyi unutamıyorum!!! Sonuç olarak, çok komik bir hesap ödeyerek ve hayatımızın en güzel sushisi (ki ben pek sevmem) ve en güzel yemeğini yiyerek oradan ayrıldık. Çok da tıka basa yemedik ki, ilerleyen saatlerde bir şeyler daha denemeye yerimiz olsun. Biraz daha sokaklarda dolandıktan sonra Udon yemeye Udon satan bir zincir restorana gittik. Girişte bir sürü kızartma ve tempura vardı. Tabağımızı gözümüze çarpan bir kaç çeşit ile doldurduk.
Peşine ben dana etli udon istedim. Siparişimi aldığımda, dana eti et hariç her şeye benziyordu. koca yağ parçası ve ortasında bir damar et. Çok ağırdı ve bu yüzden çok az yiyebildim. Kızartmalar fena değildi. Bu macera da geride kaldıktan sonra, diğer arkadaşımızı da metro durağına bırakıp, kendi metro durağımıza doğru yola koyulduk. Yağmur hala dinmemiş olduğundan başka bir maceraya girmeden otelimize gittik.