27.01.2011

Lunatic Soul

Bu yazıyı çok daha önce yazmayı planlıyordum. Yazmamamın nedeni ise 2 albüme de 1 gün aralıklarla sahip olmam ve yalnızca ilk albümü dinlemiş olmam. 1. albümü sindirmeden 2.'ye geçemedim malesef!

Lunatic Soul, Riverside'ın vokalisti Mariusz Duda'nın solo projesi (yan projeleri de var ama Riverside ile tanınıyor). İlk albümü olan Lunatic Soul (evet albümle band ismi aynı) 2008'de piyasaya çıktı. Ben neden bu kadar geç farkettim bilmiyorum! Bu yeni projenin en büyük özelliği albümde elektro gitar kullanılmamış olması. Parçalarda etnik öğeler de bulmak mümkün. Bazı kişiler albümü Opeth'in Damnation'ına benzetmişler. Fakat ben bir alaka bulamadım doğrusu. Orada hem bol miktarda elektro gitar var, hem de duygu bakımından çok daha farklı. İki projenin de melenkolik olması bence bir benzerlik değil! Hem Mariusz Duda o kadar büyük bir adam ki, notalarıyla insanları nasıl vurabileceğini biliyor. Yani Mikael bok yemiş! İlk dinleyişte parçalar sizi çok vurmasa da, bir kaç dinleyişten sonra "ohaaaaaa" dedirtecek kıvamda. Haftalardır kopamadım! Parçalara ihanet etmemek adına 2. albüme de geçemedim bir türlü! Her dinlediğimde ayrı ayrı yerlere yolculuk ettim. Tarifsiz bir haz bu. Sonuna kadar da sömürdüm. Tüm parçalarını paylaşmak isterdim ama, gereksiz kalabalık olur, zaten dinlemek isteyen mutlaka ulaşacaktır bir şekilde. İlk olarak fikir edinmek isteyenler olur diye şu parçayı paylaşayım:


Nihayet 2. albümleri olan Lunatic Soul II'ye de geçtim bugün. Geçmez olaydım... Başka bir şey dinleyemiyorum! Bu kadar mı iyi olabilir bir albüm? Amca ne yapmışsın sen yaa! Öldürecek misin bizi? Ben şahsen gittim geri geldim... Her parça ayrı bir güzel! Hem de ilk dinleyişte bile yadırganmayacak, alışmayı bekletmeyecek cinsten. Müzikal anlamda son zamanlarda beni doyuran tek albüm oldu bu. İlk albümlerindeki ohalık derecesini kat kat katladı. Böyle başarılı adamlar oldukça sırtım yere gelmez benim. Bunlardan birincisi tabii ki Mariusz Duda, ikincisi Steven Wilson, üçüncüsü ise Dan Swanö. Böyle "front man"ler oldukça, "Music of the future will not entertain" olayı da ortadan kalkmış olur. Bu savı ortaya atan her ne kadar Steven Dayı olsa da... Bence 3'ü birleşsinler, bir grup kursunlar, ben de gidip bir yerlerden atlayayım artık! Neyse, ne diyordum, bu ikinci albüm cidden olayı aşmış. Biraz melenkolik şeyler keşfetmek isteyenlere ilaç gibi gelecektir eminim!  Ben ki sözlere pek önem vermem (aldığım haz edebi değil, müzikal olduğu için), 2 albümün sözleri de gerçekten melodilerle çok paralel olmuş. Ben şiddetle tavsiye ediyor, 2. albüm için tek bir parça paylaşamayacağımdan, albüm teaser'ını yayınlıyorum. Buyrun efenim, fikir edinin:

15.01.2011

Californication ile başlayan macera

Sonunda Californication, uzun bir sürenin ardından başladı. Aslında dizi tek sezon olarak tasarlanmış, fakat yoğun istek üzerine devamı çekilmiş. Bu sezon 4. sezonları. Süper bir tempoyla başladılar diyemeyeceğim ama açılış sahnesi süperdi. Eklediğim video da açılış sahnesine ait. Alice in Chains - Check My Brain parçasıyla süper bir giriş yapılıyor. Aslında ben pek dizi izlemem, fakat bu dizi beni dizi izlemeye ısındıran ilk dizidir. Ne kadar çok "dizi" dedim yahu! Konusuna gelecek olursak, şöyle özetleyebilirim; aslında baş kahramanımız Hank Moody etrafında dönen talihsizlikler silsilesi... Kendisi her ne kadar uçkuru peşinde koşmasa da (!), uçkuru peşinde koşan kadıncağızların gökten Hank'in yatağına inmesiyle başından geçen bin türlü olay... Merak ettiyseniz izleyin de görün! =))


Dizi maceram bununla başlasa da, bununla son bulmadı. Peşinden "Modern Family" geldi. Ben böyle pek Amerikan espirilerine gülebilen bir insan değilim. Neredeyse çevremdeki her insan Cnbc-e izleyip, deli deli ekrana bakıp gülerler. Bense gülecek bir şey bulamam. Zoraki espiriler gibi geliyor bana. "Nerd" espirileri... Konumuza dönecek olursak, Modern Family'i izleyip gerçekten gülüyorum! Çok komik beee!!! Bir sürü dizi takip edip eğlenebilenler varsa, bunda 2 kat kadar daha eğleneceğiniz garanti. Zaten daha 2. sezonda. Yetişmek de mümkün yani (eğer yetişme zorunluluğu gibi sapık bir huyunuz varsa tabii...).

En güzelini sona sakladım! Zaten şu an yalnızca 3 dizi takip ediyorum. Bu ne olabilir? Tabii ki Mad Men! Mad Man ile biraz geç tanıştım. Geçtiğimiz yaz, sıkıldığım bir gün, "hadi bakalım izleyeyim bir kaç bölüm" diye oturup, günlerce başından kalkamamama neden oldu. Karakterler bu kadar mı yerli yerinde olur! Bir atmosfer bu kadar mı güzel insana hissettirilir! Dizi çok ağır bir şekilde ilerlese de, insanı ekrana kilitlemeyi başarabiliyor. Çok ilginç bir olay olsa dahi, olayların yavaş ve heyecansız olmasından dolayı şaşırmıyorsunuz. Olayın heyecanı bile sizi o an değil, daha sonra düşündüğünüzde etkiliyor. Bilmiyorum, herkes böyle mi düşünüyor? Ben bir salaklık ettim, 4 sezonu 1 ayda bitirdim. Ee tabii bitince de çok üzüldüm neden sindirmedim diye! Yeni sezon da taaa Temmuz ayında başlayacakmış! Of ki ne off!
 
Bir de animeler var tabii... Benim gibi biri anime izler mi? Hiç sanmıyorum!  Ki aslında Japonya ve Japonca konuları yüzünden de izlemem beklenir aslında. Ama öyle sevimli canavarlar, dövüşmeler falan... Yok, izlemem... Hiç mi şansları yok? Var ayol var! Bir gün, zorla başına otutturulduğum Death Note var. Çok da sevdim. 25. bölümden sonra her ne kadar zibidik karakterler sokulup konu dağıtılmış olsa da, finale doğru toparlanıp tekrar işi düzelttiler. Heyecanla izlenebilecek bir anime. Başka anime neden mi izlemiyorum? Çünkü zaten en iyisi buymuş =P Daha da iyisi yok dediler, ben de bulaşmadım. Bir de bu animenin 2 tane filmi çekildi. Çok kelekmiş, izlemedim, izlemem. Animeyi film yapmak zaten saçma. Olay zaten anime olması. Film yapılmak istnseydi, senaryo direkt film olarak çekilebilirdi zaten. 2. sezonda açılış ve kapanış müzikleri yine Japon olan Maximum the Hormone grubuna ait. O da sizi tam gaz hazırlıyor zaten izlemeye. Merak ettiyseniz buyrun:

8.01.2011

Masala Cafe @Ankara

Bugün Masala Cafe'ye gittik. Burası, Şili Meydanı ve Paris Caddesi'nin kesiştiği yerde bulunmakta. Pakistan mutfağından örnekler sunuyorlar. Fakat menüde fix menü olarak hazırlanmış yemekler de var. Bunlar Türk yemeklerinden oluşuyor. Bu benim Masala Cafe'ye 2. gidişim. İlki Skingrat ile, bu sefer de arkadaşlarımla. İlk sefer mekan beni daha bir büyülemişti. Mekana girdiğimizde her masada farklı ülkeden insanlar, köşede tütsü ve fonda geleneksel Pakistan müzikleri vardı. İki seferde de servis çok yavaştı. Demek ki şansa değil, servis gerçekten yavaş. Sorduğunuzda 20 dk içinde hazır olacağını söylüyorlar ama 30-40 dakikayı buluyor. Çünkü tek aşçı var (kendisi Pakistanlı), 1 tane de servis elemanı var. Çok fazla kişi çalıştırmalarına da gerek yok aslında, çünkü mekan pek bir küçük.

Neyse efenim, ilk gittiğimizdekinin aksine, bu sefer kimsecikler yoktu girdiğimizde. Tütsü de yoktu, müzik de... Bir zaman sonra DVD'ye "Pakistan top 10 music videos " konuldu, o biraz durumu kurtardı gibi. Klasik olarak siparişler verilmeden ikramlar geldi sofraya.

CHANA CHAT, NAMAK PAREY AND CHATNIS

Başlangıç ikramlarını seviyorum ben. Türk damak tadından pek farklı değil. Sadece kimyon tadı biraz yoğun, ama o kadar. Ben ilk gittiğimde Jalfarazi Tavuk yemiştim. Buyrunuz fotoğrafı:
Çok ahım şahım bir tat değil. Ama yeterince doyurucu. Çok farklı bir tat da beklemeyin derim. Skingrat da ilk gittiğimizde karışık barbekü tabağı istemişti. Barbekü tabağındaki tüm etler zaten tek tek menüde var. Yani menüdeki Izgaralar kısmındaki her şey bu et tabağındaki etlerin her birinin adı. Konsept de hep aynı. Ne isterseniz isteyin, yanında sebze garnitür, salata ve basmati pilavı geliyor. Buyrun barbekü tabağı:
Benim gideceklere tavsiyem, eğer körili yemeklerden denemeyecekseniz, ki ben denedim ve çok ilginç bulmadım, ızgaralar bölümünden karışık barbekü tabağını deneyin. Çünkü bir tabakta bir çok yemeğin tadına bakmış oluyorsunuz. Bizim bugün istediğimiz yemekler, yukarıda gördüğünüz etlerin tek tek versiyonlarıydı. O yüzden fotoğraf koymuyorum.

Geçen gittiğimizde, yemeğin üstüne çay istemiştik, ikram olarak gelmişti. Bu sefer servis elemanının biraz gazabına uğradık. "Çay getireyim mi üstüne?" diye sordu. Kabul ettik. Pakistan usulü sütlü ve baharatlı çay getireceğini söyledi, onu da kabul ettik. Fena değildi çay. Daha çok aromalı sütlü kahve gibiydi. Denemeye değer, ama ikram olarak getirmemişler. Tanesi 4,5 liraydı. Yani işin bu kısmına da dikkat etmelisiniz.

Biz bu masada oturduk :

Ortalama bir mekan bence. Değişik şeyler denemek isteyenler için uygun. Ama sürekli gidilmez. Bir daha ancak bir misafir götürmeye giderim diye düşünüyorum.

Not: Fotoğrafların hiç biri bana ait değil. Cafe'nin Facebook sayfasından aldım. Cep telefonu ile fotoğraf çekip yayınlamaktan nefret ediyorum! Bu seferlik böyle olsun.

3.01.2011

Fotoğrafsız, renksiz, tatsız bir yazı

Herkes 2011 yazısı yazmış. Yeni yıl kutlamış, iyi dileklerde bulunmuş vs. Ben önce kendime iyi dileklerde bulunmak istiyorum. İnsanlara iyi dilek mesajları verip, kendim için olanları bölmek, paylaşmak istemiyorum. Zira bu seneye çok da mutlu girmedim.

Bir klasik olarak, yılbaşına bizim her seneki forum grubumuzla girdik. Bir çok eksik ve bir çok fazla kişiyle... Mekan olarak her sene gitmeyi reddettiğimiz arkadaşımızın evindeydik bu sefer. Tükürdüğümüzü yaladık. Gitmeyi reddetmemizin sebebi de evin uzaklığı, gece dönmenin zorluğu ve bir kaç kişinin başka evde kalmayı reddetmesi idi (bunlara ben de dahilim). Tüm bunları (kalmak hariç) göze alarak arkadaşımızın evinde toplandık. Diğer yıllardan farklı olan, bu sene biraz daha olgun bir yılbaşı geçirmemizdi. Daha usturuplu, daha yaşlı gibi... Çok içip sapıtan olmadı. Deli gibi eğlendik de diyemem... Ortalamaydı işte. En farklı şey gece 2 sularında arkadaşın bahçesinde mangal yakmaktı. Gecenin sonunda, saati farkettiğimizde 4 buçuk olmuştu. Ev sahibi o saatte taksi bulamayacağımızı söyleyip, orada kalmanın daha münasip olacağını belirtti. Benim için en korkuncu buydu. Ben kimsenin evinde yatamam ki! Hele de hazırlıksız gelmişsem! Neyse, odalar paylaşıldı, edildi, bana kalan, evin en alt katındaki fotoğraf stüdyosuydu. Isıtıcıyla, battaniyeyle, hırkadan imal edilmiş yastıkla idare ettim. 2011'in benim için boş, zor ve mutsuz geçeceğinin sinyaliydi bu belki de...

Arkadaşımıza gitmeden, dünyanın en güzel hediyesi olan boy boy fırça ve bir kaç renk akrilik boyaya kavuştum. O kadar mutlu olmuştum ki... Ama mutluluğum daim değilmiş. 1 gün sonra denemeye fırsat bulduğumda hiç bir şekilde boyamak istediğim zemin boyanmadı. Yarı saydam yarı boyalı oldu. Fırça izlerinden bahsetmiyorum bile... 2010 sonunda beni mutlu eden hediyeler, 2011 başında beni mutsuz etmeye yetti de arttı bile. Zira 2 gündür değiştirme çabaları, olmaması, bu konuda 2 insan arasında geçen gerginlikler vs... En güzel şeyler bile zaten memnuniyetsiz olan beni, memnun etmemeyi başardı. En değişik ve tebessüm ettiren şey ise biletime amorti çıkmış olmasıydı. Genelde bu tarz şans oyunlarında hiç tutturamam. Hep sıfır... 3 gün geçti, en güzeli buydu sanrım. (Amortiye bile sevinir olduk!)

Bu seneye zorluklar, düşünceler ve sıkıntılarla girdim. Uzun bir süre de böyle devam edecek gibi görünüyor. En azından ne yapacağımı, ne yapmayacağımı, yoluma kimlerle ya da kimlersiz devam edeceğimi biliyorum. Haaa, geçenlerde bir çılgınlık yapıp facebook listemdeki arkadaşlarımın yarısını "limited profile" yaptım. Keşke insan diye bir ırk olmasaymış da, dünya kedi köpekten ibaret olsaymış...

Sevgiyle kalın.