Fakat Japonya'da, sanırım yabancı nüfusun da çoğalmasıyla, batı tipi kafeler gerçekten çok fazla. Orada pancake, krep, salamlı sebzeli sandviç, tost tarzı şeyler bulabilmek mümkün. Ama biz full Japon psikolojisinde gittiğimizden, burada Japonlar ne yapıyorsa biz de aynısını yapacağız gibi bir durum takındık. Atladığımız durum şu ki, genelde yemek yerleri 11'den sonra açılıyormuş. Biz de 9.30-10.00 civarı atmıştık kendimizi yollara. Yine de ara tara bir yer bulup oturduk. Japonya'daki en güzel şeylerden biri, her restoranın önünde mutlaka ya maket olarak yemekleri görebiliyorsunuz, ya da mutlaka basılı bir afişte yemeklere ve fiyatlara dair bir şeyler bulabiliyorsunuz. Biz kahvaltıya biraz ağır yiyeceklerle başlamış olduk. Ramen ve tam adını hatırlamadığım set menü, kızarmış tavuktan oluşan bir yemekti.
İlk masaya buzlu sularımız geldi. Daha sonra anladık ki, nereye giderseniz gidin, masaya ilk bu geliyor ve buna para ödemiyorsunuz. Neyse, daha sonra yemek bize de ağır geldi ve hepsini bitiremeden kalktık ne yazık ki. Şöyle bilgiler vereyim; Japonya'da (en azından Tokyo'da) masaya hesap isteyemiyorsunuz. Zaten siparişlerden sonra fişinizi masaya getiriyorlar ve onu kasaya götürüp çıkışta ödüyorsunuz. Böylece bahşiş de veremiyorsunuz ki, bahşiş Japon kültüründe son derece ayıp karşılanıyor. Başka bir bilgi daha; eğer yalnızca "helal" yemek yerim ben diyenlerdenseniz, burada işiniz gerçekten çok zor. Domuz hariç ete çok rastladım diyemem. %70'i domuz. Domuz olmasa bile ya yemeğin suyunda domuz var, ya da zaten domuz ile diğer her şey aynı ortamda, aynı yağda, aynı tencerede pişiyor. Helal sertifikası olan Malezya, Hint ve Türk restoranları var ama onlar da sayıca azlar. Bizim için problem olmadığından, her şeyin tadına bakmaya çalıştık...
Kahvaltı sonrası Sensouji Tapınağını gezdik. Ortam gerçekten çok otantik. İlk başta kapıda (Hozomon Gate) kocaman bir Japon feneri karşılıyor sizi.
Ortam son derece turistik. Herkes fenerin altında fotoğraf çekinebilmek derdinde. Hatta orada zaman zaman kuyruklar oluşuyor. Feneri geçtikten sonra Nakamise Dori'ye (Nakamise Caddesi) ulaşıyorsunuz. Daracık bir sokak, sağlı sollu turistik ve yerel şeyler satılıyor. Çoğu dükkanda fiyatlar birbiriyle pek uyumlu değil. Ama yine de en iyi hediyelik eşya alınabilecek yerlerden birisi.
Caddenin aralarındaki ara sokaklarda da bir çok yer var aslında. Orada da hediyelik eşyalar, restoran ve cafeler bulunuyor. Japon kültüründe sokakta yemek ve içmek ayıp olarak karşılanıyor. Neredeyse cadde boyu bir çok yer atıştırmaklık yemek satıyor, önlerinde de kuyruk var ama inanın kimseyi onları yerken göremiyorsunuz. Ya dükkan önünde, arkası dönük bir şekilde yiyorlar, ya da sokakta duvara dönüp, çevresini kontrol ederek gizli gizli yiyorlar. Etraf içecek makineleriyle dolu. Fakat suyunu alan makinelerin yanında gizli gizli arkası dönük içiyor. Mesela bir dondurmacıya girip dondurma aldık, dükkan sahibi kadın tüm dondurma alanları eliyle dükkanın içine itti içeride yiyin diye. Küçücük dükkanda herkes ayakta birbirinin suratına doğru dondurma yalıyordu.
Nakamise'nin sonunda tapınağın kendisi beliriyor. Orası da son derece kalabalıktı. Bol bol fotoğraf çektik, ayrıca merdivenlerde de biraz oturup dinlendik.
Asakusa sonrasında Japon bir arkadaşımızla buluştuk. Hep birlikte metro ile Ueno'ya geçtik. Ueno'da Ameyoko Dori'de (Ameyoko Caddesi) dolandık.
Bana resmen Türkiye'yi anımsattı. Her yerde bağıran dükkan sahipleri, çalan müzikler, kurulan pazarlar... Ama orada satılan balıklar gerçekten çok ucuzdu. Aklım kaldı :)
Ueno'da da sokakta bir çok yemek satılıyor. Çok denemek istediğimiz için Takoyaki yapılan bir yere girip ayak üstü Takoyaki yedik. Kızarmış hamur topu içine yerleştirilmiş tako. Yani ahtapot. Özel bir Takoyaki tavasında pişiriliyor. En son üstüne sos dökülüp servis ediliyor. Kesinlikle denenmeli!
Ameyoko Caddesi'ni gezdikten sonra yürüyerek Ueno Park'a gittik. Gerçekten çok huzurlu! Kocaman bir alan ve bir sürü yeşillikle çevrelenmiş... Biraz Odtü Kampüsü'nü andırıyor sanki... Park içinde yer yer klasik Japon mimarisi, tapınak olduğunu düşündüğüm yapılar vardı. Şehrin tam ortasında, bunlarla karşılaşınca insan biraz şaşırıyor...
Daha sonrasında çok ama çok yorgun hissettiğimizden, oturup bir yerlerde bir şey içmek istedik. Karşımıza ilk Starbucks çıktı. Açıkhava oturma yerleri de gözümüze çok güzel göründü. Eşimin ilk düşüncesi "oley sigara içeceğim" oldu fakat, en unutmamanız gereken şey, Japonya'da açıkhavada sigara içilecek yere rastlamak çok zor! Bunun için kıyıda köşede, kültablası koyulmuş alanlar var. İşin diğer bir ilginç yanı, her restoranda (ki 3 masalaı restoranlar da dahil) en azından 1-2 masalık sigara içilen bölüm var. Neyse, ben her zamanki gibi, farklı şey deneme tutkumdan dolayı "matcha latte" almaya karar verdim. Fişimizi aldık, diğer tarafta da siparişimizi beklemeye başladık. Ama burası Japonya, aldığımız fişi öyle kasada ya da masada bırakamıyoruz. Atmak zorundayız... Sonuç olarak en çok aklımda kalan tatlardan biri oldu! Çok güzeldi ulan!
İçeceklerimiz bittikten sonra, çöpümüzü tekrar çöpe atmak zorunda kalıyoruz. Bu zorundalık gerçekten çok güzel bir şey... Bardak ayrı bidona, pipet ayrı bidona, kağıt ise yine farklı bir bidona... Sonuç olarak bizden sonraki geleceklere tertemiz bir masa bırakıyoruz... Buradan sonra, parkın sonundaki Tokyo Müzesi'ne girmek istesek de, ziyaret saatlerini çoktan kaçırdığımızdan giremedik. Hava da zaten kararmıştı neredeyse.
Ueno'dan çıkıp yine metro ile Akihabara'ya geçtik. Akihabara, ekeltronik şehri diye geçse de, tam bir otaku cenneti diyebiliriz. Biz oraya akşam saatlerinde vardık. Her yer ışıl ışıldı. Tüm binaların üstünde dev ekranlar var her birinden reklamlar, şarkılar, anonslar vs geliyor. Gerçekten yaşlı olsam kafam götürmezdi! Bu ne ses arkadaş! İnsanın hem gözü, hem kulağı yorulur! Zaten sadece buraya özgü değil, her bölgesi böyle neredeyse...
Genelde Akihabara'da yollarda küçük küçük elektronik mağazaları vardı. Kablolar, ışıklar, telefon aksesuarları vs... Figür alacağım diye çok hevesliydim (halbuki anime fanı da değilim), ama biz oraya vardığımızda dükkanların hepsi kapanıyordu. Dubai'den alışkın da değilim, burada genelde gece her yer 12'ye kadar açık olur. Orada 7 olduğunda otomatik olarak kepenkleri indirip gidiyor millet. Sokaklar bomboş kalıyor. Dükkanların kapanması ile sokakta bir insan nüfusu azalması oluyor. Biz gezmeye geldiğimizden, bizim için sinir bozucuydu fakat doğru olanı bu sanırım. Ama restoranlar açık tabii ki =) Yine de hepsi değil. İçki satılanların hepsi doğal olarak açık. Biz Dubai'den ve Türkiye'den bu şekilde alışkın olduğumuzdan, hep yemek yeme yerlerini giriş hizalarında (zemin katlarda) aradık. Meğer binaların üst katlarına da bakmak lazımmış! E tabii genelde yaşam alanları çok küçük, yer kıtlığı olduğundan dolayı, küçük bir apartmanın her katı restoran olabilmiş. Yanımızda Japon arkadaşımız olmasaydı, asla bilemezdik bunu... Bize "Izakaya'ya gitmek ister misiniz?" diye sordu. Ben de daha önceden araştırmıştım, Izakaya aslında iş çıkışı Japonlar'ın genellikle tercih ettiği, içki içilip yemek yenilebilen yerlere verilen genel ad. Meyhane diye de geçiyor ama bizim aklımıza gelen meyhanelerden değil. Mekana ayakkabınızı çıkarıp giriyorsunuz. Her masanın ortasında küçücük mangallar var. Dilerseniz istediğiniz çeşit et istiyorsunuz, masanızda pişirip yiyorsunuz. Biz pişirme usulü değil de, hazır yemekler istedik. Her şey ortaya geliyor ve paylaşılıyor. Yanında da birer içki... Gerçekten çok güzel ve unutulmaz bir deneyimdi bizim için...
Geceyi Akihabara'dan tekrar Asakusa'daki otelimize metro ile dönerek bitirdik. Ben hayatımda böyle bir yorgunluk daha hatırlamıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder