23.05.2016

Deftones "Gore" Albüm İzlenimleri






Bilindiği üzere, 8 Nisan 2016 tarihi itibarı ile Deftones son albümü olan Gore'u piyasaya sürdü. Uzun bir aranın ardından (yaklaşık 4 sene) gerçekten dört gözle bekliyordum desem yalan olmaz. Nisan ayının sonundan itibaren dinliyorum ve bu süre zarfında yorumlamak için albümü sindirdiğimi düşünüyorum. Öncelikle, albümdeki parçalar şu şekilde:


1."Prayers/Triangles"  
2."Acid Hologram"  
3."Doomed User"  
4."Geometric Headdress"  
5."Hearts/Wires"  
6."Pittura Infamante"  
7."Xenon"  
8."(L)MIRL"  
9."Gore"  
10."Phantom Bride" 
11."Rubicon"  

Klasik bir Deftones olarak yine şarkı sayıları ve dakikaları hemen hemen aynı. Albüm yayınlanmadan önce ilk olarak albümün aynı zamanda açılış parçası olan Prayers/Triangles'ı yayınlamışlardı. İlk duyduğumda her ne kadar beğensem de hayal kırıklığına uğramıştım açıkçası. Grubun Chino Moreno (vokal) 'nun diğer yan projesi olan Crosses'tan etkilendiğini düşünmüştüm. Parça her ne kadar güzel olsa da Deftones etiketi altına konulmaması gerekirdi. Daha çok Crosses albümlerine yakışırdı zannımca.

Ancak albümü edindiğimde bu endişemin biraz boş olduğunu anladım. Özellikle albümün ikinci parçası olan Acid Hologram ilk dinleyişte gönlümü fethetti bile. 3'e geçtiğimde ise tempoyu bu kadar yükseltmiş olmalarına çok sevindim. Chino'nun aynı parçada bir çok iniş ve çıkışını duymak, kısa aralıklarla sürekli farklı tarzda vokalini dinlemek gerçekten benim için paha biçilemez. 

İlk 4 parça gayet güzel ve tempolu giderken aniden şu çok övülen Hearts/Wires girişi ile gönülleri fethetse de, ilerleyen dakikalarda beni fazlaca baydı. O hani her Deftones albümünde bulunan en az 2 tane harika slow parçalardan değil bu bence. Herkesin aldığı duyguları alamadım nedense. Ne kompozisyonu ne de vokali beğenmedim.

Aslında tüm albümü dinlediğimde, neredeyse tüm parçaların çok güzel bir kompozisyonla yazılmış olduğunu farkettim. Tempo ile sürekli dalgalanmalı olarak profesyonelce oynanmış. Özellikle davulcu Abe Cunningham bu albümde şahaserler yaratmış. Aksak ritimler, ani iniş ve çıkışlar çok yerli yerinde ve dinleyici için heyecan verici olmuş. Chino vokal konusunda aşmış. Ama bu aşış bence yalnızca kayıtlarla sınırlı kıalıyor. Her ne kadar grubu canlı olarak sahnede izleyememiş olsam da, canlı performans videolarını izlediğimde, albüm kayıtlarının tam aksine vokal anlamında ne kadar başarısız olduğunu görüyorum. O profesyonellik canlı performansta yakalanamayacaksa, kayıtlarda artistliğin ne lüzumu var onu da anlayamıyorum.

Son albümle ilgili olarak, en başından beri grup ile olan gitarist Stephen Carpenter, bu albümden pek haz almadığı ve yeterince albümün duygu olarak içine giremediğinden bahsetmiş. Yapmak istediğim bu değildi demiş. Sadece girdim ve çaldım, hepsi bu kadar demiş. Bu yorumunu albümü dinlemeden önce okumuştum. Açıkçası albümü ön yargı ile dinlemeye başlamıştım eyvah saçma sapan bir şey yaptılar galiba diye. Ama sound yine bildiğimiz Deftones soundu. Bana göre iyi olarak nitelendirebileceğim ufak tefek gelişmeler haricinde Deftones adına hayıflanılabilecek bir durum söz konusu değil. Belki gitarist abimiz bambaşka bir şey yapmak istiyordu ama bu isteğini Deftones'un içine yedirmesi hoş olmamış. Çünkü grup yine bildiğimiz grup. 

Albüm hem slow hem de agresif açıdan bir çok dinleyiciyi memnun edecek gibi görünüyor. Parçalar sırayla dinlendiğinde bomba gibi giriyor bomba gibi çıkıyor. Özellikle son parça olan Rubicon da bence çok iyi kompoze edilmiş. Hele ilk başlarda sürekli replay etmekten kendimi alamıyordum. 

Bana göre Koi No Yokan albümü daha başarılıydı. "Şu şarkı kötü" denilebilecek bir şarkıları yoktu. Dolu doluydu. "Gore" albümü belki bunun bi tık altındadır ama kesinlikle her tarz dinleyici tarafından şans verilmesi gerekir! 

Aşağıda "Doomed User" parçalarını paylaşıyorum. Belki yeni değişiklikleriyle ilgili güzel bir bilgi verebilir. Girişi itibari ile her ne kadar "Diamond Eyes" albümündeki "CMND/CTRL" parçasını andırsa da, azıcık sabretmekte fayda var.








26.04.2016

İspanya - Barcelona, Catalunya

(Aylardır yayınladığı sanıp yayınlamamış olduğumu farkettiğim postumu sizlerle yeni paylaşabiliyorum efenim...)

Ne desem, ne anlatsam, nereden başlasam...

İspanya seyahatimize Barcelona'ya iniş yaparak başladık. Geç saatte Malaga uçağı olmadığından, 1 günümüzü burada geçirip, son uçakla Malaga'ya döneriz diye düşündük. O gün de evlilik yıldönümümüze denk geldiğinden, nispeten lüks bir otelde konaklamayı tercih ettik. 1 gün Barcelona, diğer 4 gün İspanya'nın güneyi, Dubai'ye geri dönmeden yine son 3 günümüzü Barcelona'da geçirip, yani tam 4 gün Barcelona'yı keşfetmeye çalıştık. Günlere bölerek değil de, tek ve uzun bir post olarak yayınlamaya karar verdim.

Öncelikle diğer bloglarda ya da internette okuduğunuz bir çok "asla İngilizce bilmiyorlar" yargısını unutun. Gittiğiniz en saçma yerde bile muhattabınız size ingilizce cevap verebiliyor. Kabul, süper ingilizce konuşanına hiç rastlamadım, ama 3-5 sözcük ile en azından ana hatlarıyla karşınızdaki ile anlaşabiliyorsunuz. Yemek siparişi verebiliyor, alışveriş yapabiliyor, doğru metroya binebiliyor ve wifi şifresi öğrenebiliyorsunuz =)

Bizim ilk kaldığımız otel La Rambla üzerinde 4 yıldızlı bir oteldi. Yalnızca yıldönümü dolayısı ile seçmiştik fakat gerçekten çok memnun kaldık. Konumu da çok merkezi idi. Zaten La Rambla, Barcelona diyince akla ilk gelen yer muhtemelen. Herkes İstiklal Caddesi benzetmesi yapmış ama, bana göre daha çok Ankara Karanfil Caddesi gibi. Tek farkı Caddenin ortasında kocaman kaldırım var, sağından ve solundan tek şerit de olsa trafik akıyor. Ama o trafik akmayan kısımda büfeler, hediyelik eşya dükkanları, dondurmacılar, seyyar satıcılar... Ayrıca yine sağlı sollu bu konseptte dükkanlar var. Restoranlar da cabası. Lokalleri ayırmak imkansız. Neredeyse herkes turist. Ama Barcelona'nın geneli için bunu söyleyebiliriz. La Rambla için bu daha da abartı. Bu cadde üzerinde hiç yemek yemedik. Hiç dükkan da bakmadık. Aşırı turistik geldi bize. Bölge hakkında daha fazla fikre sahip olmak için aşağıdaki harita size yardımcı olabilir:



La Rambla'nın hemen ara sokağına dalınca Gotik bölgeye (Barri Gothic) adımınızı atmış bulunuyorsunuz. İşte dar, karanlık, resmen Avrupa orta çağ dönemini andıran egzantirik sokaklar... Her bir sokakta minicik minicik barlar, restoranlar... Genel olarak restoranlar saat 9-10 gibi dolmaya başlıyor. Mekanlar  küçücük. Bu yüzden aklınızda herhangi seçtiğiniz bir yere gitmek varsa ya kuyruğa girip bekleyeceksiniz, ya da rezervasyon yaptıracaksınız. Ya da bizim gibi hafta içi 7-8 gibi uğrayacaksınız o mekanlara. Biz ilk gece gotik bölgede biraz yürüdükten sonra, gözümüze hoş gelen Sensi Tapas adında bir yere oturduk. Tapaslarımızı sipariş ettikten sonra, hiç tereddüt etmeden sangrialarımızı istedik. Tesadüfen yapmış olduğumuz mekan seçiminden çok memnun kaldık. Hem yemekler, hem dekorasyon, hem tavır... Fiyatlar da gayet normal sayılırdı. Zaten genel olarak Barcelona restoranları arasında bir fiyat dengesi var diyebilirim. Arada aşırı ucuz yerler ve aşırı pahalı yerler de var ama, her yerin kapıda menüsü olduğundan, sürprizle karşılaşmanız imkansız.


İlgimizi çeken kısımlardan biri de nüfusun neredeyse tamamının gençlerden oluşmasıydı. Yolda yaşlı başlı amca ve teyze görme olasılığı gençlere oranla çok çok az. Özellikle gotik bölge tamamen gençlerle dolu.


Milk Bar & The Benedict BCN & The Box


Yine bu bölgede iki kez kahvaltı için gittiğimiz Milk Bar'dan sözetmek istiyorum. İlk gittiğimizde gerçekten oradan buradan okuduğum tavsiyeler ile gittim. Bir kere mekan çok şık ve çok şirin. Çalışanlar son derece cana yakın ve yardımcı. Kahvaltıları on numara diyebilirim. Hatta ben kendi tabağımı bitiremedim, porsiyonları da o denli doyurucu ve büyük... Aslında 2. gidişimiz biraz mecburiyetten oldu. Bir çok yer işaretlemiştim kahvaltı için. İlk denememiz o gün bir çok cafenin kapalı olması ile başarısız sonuçlandı. Diğer 1-2 seçenek de henüz cafelerin açılmamasındandı (saat sabah 10.30 civarıydı). Biz de Milk'e çok yakın olduğumuzdan yine tercihimizi o yönde kullanıp, bu sefer hamburgerlerini denedik. Hamburgerler de başarılıydı.


Başka bir akşam, tam Milk'in yanında bulunan "The Benedict Bcn" adlı mekana geçtik. Burası da 1-2 başarısız denemenin sonunda açık bulduğumuz için mutlu olduğumuz yerlerdendi. İçerisi yine klasik Barselona barları stilindeydi. Ortam yine şık, hem içki içebileceğiniz, hem de güzel tapas ve yemeklerini tadabileceğiniz bir yerdi. Biz yine içkilerimizi sipariş edip, bir kaç tane de tapas söyledik. 



Aynı mekanda zaman öldürmemek adına, 1 saat takılıp ardından karşısındaki "The Box" adlı mekana gittik. Birer kokteyl sipariş ettik. Eşim dayanamayıp o çok ünlü hot doglarından sipariş verdi. Her şey gözünüzün önünde yapılıyor. Çok basit bir set up var zaten. Barın önüne oturuyorsunuz. Zaten toplasanız 20 kişi aynı anda oraya sığamaz. Hotdog bir kaç çeşitten oluşuyordu. Eşim bol avokadolu bir sos seçti. Bu arada sosis cinsi için seçenek tek. Domuz yemek istemeyenler için sıkıntı olabilir. Boyutu o kadar büyük ki, ikiye bölüp koyuyorlar tabağa. Ben aşırı tok olduğum için yalnızca tadına bakmakla yetindim ama enfesti gerçekten.

Alsur Deli

Amacımız sadece kahve içmekti. Bir sürü cafeye girip beğenmeyince, buraya girmeye karar verdik. Ortamı gayet güzel, hoş müzikler çalan, hem içki çeşidi bol, hem de konsepti cafe olan ilginç ve kaliteli bir yerdi. Öncesinde kahve eşliğinde havuçlu keklerini denedik. Daha sonra dayanamayıp 2'şer tane mojito hüplettik. Ücretsiz wifi da vardı ve son derece iyiydi. Biz de yorgunluğumuzu burada attık.




Satan's Coffee Corner

Yine 3 denemenin sonunda açık bulabildiğimiz mekanlardan. Kahve içecek yer arıyorsanız, mutlaka ilk tercihiniz burası olsun. Hem mekan değişik, hem de kahve yanı sağlıklı atıştırmalıklarıyla gönlünüzü fethedebilecek bir yer.




Pretiola

Kahvaltılarımız hep bir macera ile sonuçlandı. Biz saat 9-9.30 gibi yollara dökülüyorduk ki şehir ruhunu sabahtan akşama kadar yaşayalım. Ama gel gelelim orada açılan en erken yer saat 11 olunca, boş beleş sokaklarda yürüdük durduk o saate kadar. Bazı restoranlar ve cafeler de bazı günlerde kapalı, bunu da not etmekte fayda var diye düşünüyorum. Yine güne erken başladığımız bir gün, dedik ki meşhur bir pretzelci varmış, o da kapalı olacak değil ya, hadi oradan bir kaç değişik simit alıp sokakta atıştıralım. Ama ne oldu, simitçi kapı duvar. Kapısında da 11:00'de açıldığı yazıyor. Biz de biraz etrafı dolanmaya karar verdik. Hayır o değil, dükkan falan dolanalım diyoruz, dükkanlar da 11'de açılıyor. Biz kahvaltı falan oyalanıyoruz, 1 saat dükkan geziyoruz, pat hemen dükkanlar siesta için kapanıyor. Açılış saatleri ortalama 4.30-5.00. İlginç zamanlamalar... Neyse, biraz oyalandıktan sonra soluğu tekrar simitçide alıp, tam kepenkler açılırken denk geldik. Zaten kendileri dükkanda hazırlık için içerde oluyorlar, ama kimse gelmesin diye kepenkler iniyor. Mis gibi simit kokusu vardı etrafta. Vitrinde de bir sürü çeşit... Aslında daha fazla çeşit oluyormuş ama öğlene doğru çoğalıyormuş. Biz ilk posta pişen simitlerden aldık. Ben orjinal pretzelden pek hoşlanmıyorum. Bunun çeşitlemeleri güzel olmuş. Çok beğendim bu yüzden. Güzel ve uygun fiyatlı bir kahvaltı ya da atıştırmalık seçeneği olabilir.




100 Monaditos

El Raval Bölgesi'ne gezintiye çıktığımız bir gün, şansa rastladığımız bir yer oldu burası. Yine kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Menüden anladığımız kadarıyla, menüdeki her şey 1 Euro idi. Binlerce tapas adı yazıyor. Çoğunu bilmiyoruz. Nasıl bir sunum olacağını da bilmiyoruz. Açıkçası menüde yazan her şeyin 1 euro olmasına da akıl sır erdiremiyoruz. Bir kağıt veriyorlar, istediğiniz tapası işaretliyorsunuz. Biz 4 adet tapas isteyip, 2 de kahve söyledik. 5 dakika sonra masaya çok güzel ama küçük ekmekler içinde istediğimiz tapaslar geldi. Boyutları çok büyük değildi fakat gerçekten ekmekler de , diğer malzemeler de çok tazeydi. Toplamda 6 euro ödeyip çıktık. Bu fiyat için oldukça kaliteli bir kahvaltı etmiş olduk.



The Dog is Hot

Bu da yoldan geçerken yine şansa bulduğumuz bir mekan oldu. Adından da belli olduğu gibi yalnızca hot dog servis eden bir yer. Yine klasik, küçücük bir ara sokak işletmesi. Siparişinizi kasada veriyorsunuz. Kasanın sağında ve solunda tahtadan oturma yeri var. Dümdüz, okul sırası gibi. Masa yok. Siparişinizi alıp oralarda yanyana masasız bir şekilde yiyip kalkıyorsunuz. Yine sosisin etini seçme şansınız yok. Yalnzıca sos ve stil değişikliği mümkün. Buradan da çok memnun olarak ayrılıyoruz.

Tapeo

Methine dayanamadık, kilometrelerce yürüdük, ne yaptık ettik, yer de bulup oturduk. Şüphesiz, Barselona'da yediğim en güzel yemek buradaydı. Ya sen alt tarafı kızarmış patlıcansın, nedir yani seni bu kadar lezzetli yapan? Patatessin sen, herkesin yapabildiği en basit yemek. Patatses! Enfesti doğrusu. Ama et konusuna hiç girmiyorum. Menüde beef cheeks olarak geçiyor. Püre ile harmanlanmış, sos ile zenginleştirilmiş... Adeta aşk. Uzaktan çatalı gördüğünde kendini yerlere seren bir sanat eseri. Gidiniz, yiyiniz!



Cerveceria Catalana

Burası da Barcelona'da ünlü sayılabilecek mekanlardan. Yemeklerini tadabilmek için yemek saati değil ama 5 gibi uğrayalım dedik. O da ne! Dışarıda oturabilmek için waiting list var. Barda, pinxtolara bakan sandalyeler de dolu! Bizi yan taraftaki masalara yönlendiriyorlar. Menü katalanca. İngilizce menü sadece günün tapasları için mevcut. İnsanlar çok lezzetli görünen şeyler yiyorlar ama ne yediklerini menüden bulamıyoruz. Ben bir tanesini garsona gösteriyorum da, en azından içimde kalmıyor :) Diğerlerini de ingilizceyi gayet iyi konuşabilen bir garsondan yardım alarak seçiyoruz. Yine seçimlerimiz tapaslardan yana oldu. Bir de deniz ürünlü bir salata söyledik ki, burada bir yerde yapıldığını bilsem her gün gider yerim. Tadını hala unutamadım. Tapasları da şahaneydi. Hem servis çok çabuk, hem de ateşten alınır alınmaz masamızdaydı. Genelde deniz ürünü ağırlıklı bir seçim yaptık. Ve tabii ki yanımızda da litrelik sangria. Yemek bitiminde mutlaka denenmeli listemizde olan Creme Catalan ile o mecaramızı da sonlandırdık.




















































Fabrika Moritz Barcelona 1856

Barselona maceramızın son günü, havalimanına gitmeden önce şans eseri girdiğimiz bir yerdi. Ama meğerse çok ünlüymüş. İsmini daha önce de duymama rağmen girerken hiç düşünmemiştim aslında. Burası şehrin göbeğinde kocaman bir fabrika aslında. Restoran kocaman, gece ufaktan bir club havasına bürünüyormuş. Yer bulmak imkansızmış. Bizim gittiğimiz saatlerde kalabalık değildi. Aslında marka bir Alman markası. Yemekler de Alman yemeği. Alman yemeği dediğime bakmayın, zaten sosisten başka bir yemekleri yok =) Menünün 2 sayfası sosislere ayrılmıştı. Diğer sayfalarda Avrupa mutfağı, İspanyol ve Katalan mutfakları vardı. Ben yine önden sangriamın siparişini verdim. Eşim de mekanda kendi ürettikleri  Moritz marka biralarından istedi. Daha önce ikimiz de taze bira hiç içmemiştik. Sonuç mükemmeldi tabii... Yemek olarak da yine bir klasik olan patatas bravas, Çorba manyağı olan ben french onion soup, adını bilmediğimiz bir şey ve en sonda da sosislerden birini istettik. Hepsini de çok ama çok beğendik.

Ayrıca belirtmekte fayda var, restoranın bir kısmı da hediyelik zamazingolara ayrılmış. Hepsi aynı marka adı altında, dizayn ürünler. Biraz pahalı buldum ben...



Chök

Tamamiyle tesadüfi önünden geçtik. Aman Allahım! Tatlı sevmeyeni bile vitrinine yapıştırır! Küçücük, ama bir o kadar bak bak bitmeyen bir dükkan. Çok sayıda egzantirik donut, butik çikolata, cupcake, daha tanımlayamadığım bir sürü rüyayı içinde barındırıyor. Her şey rengarenk. Üstüne bir de buram buram kahve kokusu... Günün her saati tıkış tıkış. İçeride bir tane yuvarlak masa var. İsteyen etrafında oturup kahvesini içip tatlısını yiyip gidiyor. Tabii ki self servis. Genel olarak herkes paket alıp çıkıyor, dışarıda yiye yiye gidiyor. Biz kahve kokusuna yenik düşüp oturduk. Canımız tatlı istemediğinden yalnızca butik çikolatalarından 4 tane alıp, ikisini de yiyemeyip sonraya bıraktık. Bu bile bünyelerde overdose etkisi yarattı. İçeride resmen Biscolata erkekleri canlı canlı çikolata yapıyorlar, siz de izleme şansı buluyorsunuz. Yolu önünden geçenler denesin derim.






























Daha bunun gibi bir sürü yere girdik. Ama bazılarının isimlerini kaydetmemişim, bazılarının da yemeklerini çekmemişim. Sanki biraz gurme yazısı gibi oldu ama amacım kesinlikle bu değil. Yalnızca gidip nerede yemek yesek diye düşünenlere bir not niteliğinde...

------------------------------------------------------------------------


Yeme içme kısmının peşine, biraz da Barcelona'nın olmazsa olmazlarına bir bakalım... Gidildiğinde mutlaka uğranması gereken yerlerden biri de La Boqueria Mercat.

Yiyecek içecek pazarı diye tanımlamak uygun olur zannedersem. Şehir merkezinin tam ortasında, her türlü et ve şarküteri ürünleri, en taze meyve sebzeler, şeker, çikolata, baharat ve balık ürünleri gibi bir çok taze yiyeceği tek bir yerde barındırıyor. Ayrıca içinde yine Barselona'nın çok ünlü restoranları var. Restoran da küçük büfe tarzında, tek seferde yalnızca 7-8 kişinin oturmasnı sağlar şekilde tasarlanmış. Çoğunda zaten taze ürünler gözünüzün önünde pişirilip sunuluyor.



Barselona ziyaretimizde tam olarak ne yapacağımızı ve hangi tarihlerde orada olacağımızı bilemediğimizden, çoğu gezilip görülecek yere bilet almamıştık. Online bilet almayınca ne yazık ki herhangi turistik bir yere giriş işkence oluyor. Uzunca bir sıra bekledikten sonra ancak 3-4 seans sonrasına giriş hakkı kazanıyorsunuz. Yani gününüz orada geçip gidiyor. Biz bu yüzden bir çok yerin içini gezemedik. Ama mimari tüm yapıları en azından dışarıdan ziyaret edebildik. 













26.11.2015

İspanya - Marbella

İspanya'nın Endülüs Bölgesi'nde bulunmamızın asıl amacı arkadaşımızın düğün davetiydi aslında. Marbella'ya gittiğimiz günün gecesi, düğünün ilk ayağı olan Flamenko konseptli ön düğündü (pre-wedding). Akşama kadar çok vaktimiz olduğundan, otelimize yalnızca 15 dk uzaklıkta olan Marbella şehir merkezini gezmeye karar verdik.

Taksi ile gittiğimizden, taksicinin bizi en merkezi yere bırakmasını istedik. Bizi ana cadde üzerinde, karşı tarafın Old Town olduğunu ve aşağı tarafın da deniz olduğunu söyledi. Old Town'da daha fazla zaman geçireceğimizi düşünerek, önce sahil kısmına bir göz attık.




Sahilini gerçekten çok beğendik. Aslında denize girer miyiz diye de düşündük ama Eylül'ün son haftası olduğundan dolayı hava benim kriterlerimde soğuk sayılırdı. 22-25 derece arası bir hava vardı. Deniz suyu da bir hayli soğuktu. Ama plaj ağzına kadar turistlerle doluydu. Daha sonra plaja dik uzanan ara caddelerde biraz dolaştık.




1-2 saat vakit geçirdikten sonra hemen Old Town'a doğru yol aldık. Şehrin metropollüğünden anında uzaklaşan, hafiften Granada'yı andıran bir görüntü karşıladı bizi. Gerçekten o daracık yollar, çiçeklerle süslenmiş duvarlar, minik minik restoranlar, otantik evler gözlerimize gerçekten çok güzel bir ziyafet yaşatmıştı. Uzun uzun ara sokaklarında dolaştık. Bol bol fotoğraf çektik. Hatta kilisede düğüne denk geldik ama çekindiğimiz için düğüne gidip bakamadık =)






Yorulduğumuzda yemek yiyecek bir yer aradık. Otelden çıkmadan önce de fikir edinmek adına bir kaç araştırma yapmıştık. Sonuç olarak Old Town içinde Orange Square denen yerdeki restoranlardan herhangi birinde yiyebileceğimize karar verdik. Oraya geldiğimizde, gerçekten de turuncu brandalarla çevrili, ortada bir sürü masası olan küçük bir meydana geldik. İlk bakışta sanki tüm masalar tek bir restorana bağlıymış gibi görünüyordu. Fakat menülerin çeşitliliğinden, aslında bir kaç restorana birden ait olduğunu anladık. Menülerden birini beğendikten sonra garson bizi restorana ait olan masaya oturttu. Restoranları da masalardan görebilmek mümkün değil. Hepsi meydanın ara sokaklarına konuşlanmışlar. Yemek tercihimiz litrelik sangria eşliğinde iki kişilik deniz ürünlü paella oldu.



Net söylüyorum, İspanya'da yediğim en güzel yemek ve en güzel Sangria buydu! Sanırım yemek için ödediğimiz en yüksek ücret de...

Yemeğin üzerine tekrar dolaşmaya devam ettik. Oradaki küçük dükkanlara bakarız diye düşündük ama, şu siesta olayı o kadar doğru ki, saat 1 ile 5 arasında her yer kapalı! Baktık saat de geç oluyor, düğüne geç kalmamak için yavaş yavaş otelin yolunu tuttuk.

Ertesi gün, yani asıl düğünün olduğu gün ise, öğleden sonrası için otelin spasında yer ayırtmıştık. Yani yine sabah 10.00-14.00 arası boştu. Boş kalmasın diye yine bir koşu Marbella'ya gidip geldik. Bir gün önce göremediğimiz dükkanları gezmeye... Fiyatlar biraz abartı kalmış. Saat 1'de tekrar apar topar dükkanlar kapanırken, ana cadde üzerinde çok aklımızda kalan dondurmacıya uğrayıp, uzun zamandır yediğim en lezzetli dondurmayı yiyip, tekrar otelin yolunu tuttuk.

Genel anlamda Marbella'yı çok beğendik. Hem Old Town'daki o otantiklik, hem şehrin modernliği, hem havası, hem de plajına bayıldık. Hatta yaz tatili istediğimizde, Türkiye'de geçirmektense buradan ev bile tutulabilir kısa süreliğine diye hayaller kurduk eşimle... Kim bilir...