2. gün yine uyandığımızda, yine kahvaltı yeri düşünüyorduk... Bu sefer Japon tarzı bir kafeye gidelim dedik. Hazır Asakusa'dayken, orada mutlaka bir kafe buluruz diye düşündük. Ara tara bulmak pek de kolay olmadı tabii... Kimi yerde kahvaltı yok, kimi yerde kahve yok... Daha sonra büyükçe bir caddesine doğru yürüdük. Yol üstünde bir çok kafe ve dışarıda da menüleri vardı... En sonunda bir yere karar verdik. Güzel Pancake ve tostları var gibiydi... Siparişleri verdiğimiz garson, nedense ingilizce konuşmakta diretti. Israrla biz Japonca anlatsak da, hiç bizi sallamayıp konuşamadığı ingilizcesi ile siparişlerimizi aldı. Tabii ki 1 porsiyon istediğimiz pancake, 2 ayrı porsiyon olarak geldi. Yanlışlık olduğunu anlayınca hemen düzelttiler. Daha sonra o garson da mecburen Japonca konuşmak zorunda kaldı... Azuki fasülyesi ezmeli pancake ve peynirli jambonlu tost istedik. Yanında da sade kahve ve sütlü kahve. Hepsi de çok lezzetliydi diyebilirim.
Kahvaltı sonrası, bir gün önce geçmediğimiz Asakusa Sokakları'ndan yürümeye karar verdik. Farkında olmadan öyle güzel yerlerine gittik ki, hayalimdeki Japonya tam da böyle bir yerdi!
Burada yeterince huzur bulduktan sonra, son günün sabahı tekrar buraya dönmek ve hediyelik alışverişlerimizi yapmak üzere yeniden geleceğimizi planlayarak bir sonraki durağımıza ilerledik.
Odaiba Adası hakkında gelmeden bir kaç şey okumuştum. İnsan yapımı bu ada, aslında bizim için pek ilgi çekici olmayacaktı. Dubai'de tüm adalar, tüm doğal görünümlü yapılar insan üretimi olduğu için, bize göre pek ilginç değil. Dubai ile olan bi diğer ortak özelliği ise, adanın tam bir alışveriş ve eğlence merkezi cenneti olma özelliği. Aslında biz panaromik vapur ile adaya geçecektik fakat bilet için sıraya girdiğimizde, bir sonraki vapurun 1,5 saat sonra olduğunu öğrendik. Zaten 50 dk da yolculukta kaybedecektik. Bunun yerine atladık metroya, soluğu 35-40dk sonra Odaiba'da aldık. Sonradan öğrendik ki, meğer monorail ile gitmişiz adaya. Adanın diğer özelliklerinden birisi de buymuş zaten :) monorail ile ulaşım. Yani, insansız tren. Treni kullanan bir kişi yok. Otomatik olarak gidiyor. Yolda manzara gerçekten çok güzel. Rainbow bridge, özellikle akşamüstü ışıkları yandığında görmeye değer...
Biz bu özgürlük heykelinin bulunduğu bölgede indik trenden. Gerçekten manzarası müthiş! Karşıda koskocaman bir Tokyo ve deniz manzarası... Adayı ve şehri birbirine bağlayan Rainbow Bridge... Hemen önünde özgürlük heykeli... Ama ne yalan söyleyeyim, buranın mimari yapısı pek hoşuma gitmedi. Pek bir Japonya havası yoktu. Dört bir yanı alışveriş merkezleri ile çevriliydi. Tabii ki burada alışveriş merkezine doyduğumuzdan, yine ilgi çekici değildi. Fakat ben yine bir rota belirlemiştim kafamda! Decks Mall içindeki Trick Art Museum! Fakat müzeye girmeden önce bir şeyler yemeliyiz diye düşünüp, önce diğer bir alışveriş merkezindeki (sanırım Aquacity) bir Burger King'de, çok önceden beri denemek istediğimiz siyah hamburgerden yedik. Bir hamburgeri ikimiz paylaştık. Zaten yemek yiyeceğimizden, hakkımızı burada doyarak harcamak istemedik.
Tadı normal hamburgerden çok da farklı değildi. Hatta belki biraz daha tatsız tuzsuzdu. Sanırım ekmek yenilebilir kömür ile o hali alıyormuş. Peyniri ise mürekkep balığının mürekkebi ile siyah oluyormuş. Denemek isteyenler korkmadan deneyebilirler yani. Denemeyen de bir şey kaybetmez.
Buradan sonra biraz daha dolanıp burayı başka bir alışveriş merkezine bağlayan yoldan geçtikten sonra Seaside Mall isimli yere gittik. Çok restoran var gibi görüyordu. Bu sefer daha pahalı görünen bir yere girmek istedik. Hiç tonkatsu denemediğimizden, tonkatsu restoranına oturduk. 1 tane büyük set menü istedik. 2 tane de sake.
Sakeler çok geldi, bitiremedik. Kızartma hiç bir zaman favorim olmadığından, yemeğe bayıldım diyemeyeceğim. Ama yanındaki yan yemeklerle iş biraz daha kurtuldu.
Yemek bitti ve doğrudan Trick Art Museum'a geçtik. Burada da, duvarlara çizilmiş 3 boyutlu resimlerin önünde poz vererek fotoğraf çektiriyorsunuz. Her fotoğrafın yanında nasıl poz vermeniz gerektiği gösteriliyor. Bazı resimlerin olduğu yerlerde ayakkabınızı çıkarıp öyle girebiliyorsunuz oraya. İlginç bir deneyimdi diyebilirim.
Burada işimiz bittikten sonra, metro ile dönerken, Ginza'da inmeye karar verdik. Bu yorgunluğun üstüne bir de Ginza'yı görelim dedik :) İner inmez insanı lüks markaların, geniş sokakların olduğu bir yer burası. Yine her yer çok ışıklıydı. Burası bize biraz daha Dubai'yi andırdığından, pek ilgimizi çekmedi. Semt olarak da diğer semtlere göre sanki biraz daha büyüktü. Hangi kısmında yürüdük biz de bilmiyoruz. Saat biraz geç olduğundan, hiçbir mağaza açık değildi. Yine yalnızca içkili restoranlar açıktı. Saat daha 10:00 idi ama ne yazık ki birer kahve içecek doğru dürüst bir cafe bulamadık. En sonunda, bir sokak arasında tesadüfen gördüğümüz (yine giriş kat değil, 2. kat) bir cafeye oturduk.
Dekorasyonu bana 90'ların lüks cafelerini hatırlattı. Oradan da çıktıktan sonra biraz daha sokaklarında boş boş yürüyüp yine otelin yolunu tuttuk. Bir önceki gün olduğu gibi, bitmişlik hissi ile uyumaya çalıştık...
Sakeler çok geldi, bitiremedik. Kızartma hiç bir zaman favorim olmadığından, yemeğe bayıldım diyemeyeceğim. Ama yanındaki yan yemeklerle iş biraz daha kurtuldu.
Yemek bitti ve doğrudan Trick Art Museum'a geçtik. Burada da, duvarlara çizilmiş 3 boyutlu resimlerin önünde poz vererek fotoğraf çektiriyorsunuz. Her fotoğrafın yanında nasıl poz vermeniz gerektiği gösteriliyor. Bazı resimlerin olduğu yerlerde ayakkabınızı çıkarıp öyle girebiliyorsunuz oraya. İlginç bir deneyimdi diyebilirim.
Burada işimiz bittikten sonra, metro ile dönerken, Ginza'da inmeye karar verdik. Bu yorgunluğun üstüne bir de Ginza'yı görelim dedik :) İner inmez insanı lüks markaların, geniş sokakların olduğu bir yer burası. Yine her yer çok ışıklıydı. Burası bize biraz daha Dubai'yi andırdığından, pek ilgimizi çekmedi. Semt olarak da diğer semtlere göre sanki biraz daha büyüktü. Hangi kısmında yürüdük biz de bilmiyoruz. Saat biraz geç olduğundan, hiçbir mağaza açık değildi. Yine yalnızca içkili restoranlar açıktı. Saat daha 10:00 idi ama ne yazık ki birer kahve içecek doğru dürüst bir cafe bulamadık. En sonunda, bir sokak arasında tesadüfen gördüğümüz (yine giriş kat değil, 2. kat) bir cafeye oturduk.
Dekorasyonu bana 90'ların lüks cafelerini hatırlattı. Oradan da çıktıktan sonra biraz daha sokaklarında boş boş yürüyüp yine otelin yolunu tuttuk. Bir önceki gün olduğu gibi, bitmişlik hissi ile uyumaya çalıştık...