Çarşamba gecesi Hindistan Büyükelçiliğine davetliydik. Davetin nedeni ise, derslerimizden birine, büyükelçinin eşinin girmesi. Dersin son haftasında da dersi alan herkesi elçiliğe yemeğe davet etti.
İlk elçiliğin kapısından girdiğimizde, büyükçe bir bahçeden devam edip, hedef mekana ulaştık. Devasa ve güzel bir kapısı vardı. Kapıda bizi görevliler karşıladı. Montlarımızı verip topluca bize gösterilen yere doğru ilerledik. Gerçekten o kadar büyüktü ki, oda içinde odalar vardı. Her odanın kendine ait hoş bir havası vardı. İnsanı güzel hissettiriyordu.
Köşede duran ikram içkiler gerçekten çok hoştu. İlk 1,5-2 saat, içkilerden sorumlu görevli sürekli bizlere içki servisi yaptı. Her bir köşeye konulmuş aperatifler, sabırsız davetlileri yemeğe kadar oyalamayı başarabildi (bunlardan biri benim evet!). Ben içki faslına viski ile başladım. Onun ardından Skingrat ile içki keşfine çıktık. Görevlinin de önersiyle Campari'de karar kıldık. İlk defa denedik ikimiz de. O kadar çok beğendik ki!
İçkilerimizi bitirmemize fırsat kalmadan yemek salonuna çağrıldık. Kocaman ve şık bir davet masası vardı. Yemekler bir köşede, açık büfe şeklindeydi. Yemeklerin isimlerinin fotoğrafını, kalabalık yüzünden çekemedim. Ezberleyemedim de... Sadece içeriklerini biliyorum =) Yemeklerde domuz eti ve inek eti kullanılmamış olması ilginçti(!). Et olarak yalnızca kuzu ve tavuk eti vardı. Tavuk eti neye bulanıp pişirilmişti bilmiyorum ama yoğun bir baharat tadı vardı. Kuzu eti ise ıspanak püresine bulanmış, bir çok baharatla da çeşitlendirilmişti. Bunların dışında domatesle pişirilmiş çiftlik peyniri, bamya kızartması, sotelenmiş karnıbahar, körili ve limondan yenemeyek şekilde olan hamurumsu bir şey, körili ve değişik fıstıklı bir pilav, kırmızı ve yeşil biber sotesi... Aralarından hiç birini çok çok sevmedim. Ama yenmeyecek gibi de değildi. Asya yemeklerini çok tattığımdan, ilk yenildiğinde şok olunulcak bir durum yoktu.
Yemek faslından sonra tatlı faslına geçildi. Tatlı olarak da pirinçli, sütlaça benzeyen, ama tat olarak sütlaçla alakası olmayan, daha sulu, daha lapa pirinçli ve fıstıklı bir tatlı geldi. Çok şekerli değildi, bu yüzden hoşuma gitti. Diğer tatlı ise tereyağında havuç ve bol fıstığın kavrulmasından oluşmuş bir şeydi. Tadı hem sıcak cezerye gibi, hem de irmik helvası gibiydi. Bunu da beğendim. Ama yemek sonunda ağzımda bitmeyen bir zencefil tadı... O tadı bir türlü yok edemedim.
Yemek sonunda hepimiz içeri geçip, çay ve kahvelerimizi içmek için oturacak yerlere dağıldık. Ben tercihimi çaydan yana yaptım. Keşke kahveden yana yapsaymışım. Çay da çok baharatlı, değişik bir şeydi. Kahve insan kahvesiydi ama, tadına baktım... Misafirler yavaş yavaş dağılmaya başlarken, büyükelçi yanımıza geldi. Derken koyu bir siyaset muhabbeti başladı. Hazır adamı bulmuşken fena sıkıştırdık. Ama gerçekten o kadar tatlı birisi ki, kimseyi kırmadan tatlı tatlı konuştu tüm gece. Sonrasında herkes gidince eşi de (Hocamız) bize katıldı ve sohbet devam etti. Aslında çok daha uzun saatler devam edebilecek bir sohbetti ama, hocanın gözlerinin kaymasından ve esnemelerinden işgillenerek, ayıp olmasın diye kalktık =)) Yine görkemli bir yolculamadan sonra, içkinin verdiği gazla, Cinnah'ın en tepesinden Esat'a kadar yürüdük. Bazılarımız Kızılay'a kadar yürüdüler. Ama çok güzel bir gece geçirdik. Herkes yüzünde kocaman gülücüklerle ayrıldı...
19.12.2010
Unicef Etkinliği
Dün Skingrat ile gerçekten Sharaton otelindeki Unicef yararına yapılan yılbaşı etkinliğine gittik. Gerçekten yaptık bunu. Gitmeden önce çok şey hayal etmiştik. Üşenip gitmezsek çok üzülecektik. Neyse, yola koyulduk. Arjantin Caddesine direkt gitmeyip, Karum'un arkasındaki çimenlikten gidelim dedik. Çok ses olur diye düşünmüştüm. Çünkü etkinlik açıklamasında noel baba gelecek, çocukları eğlendirecek, hatta bilmemne fotoğrafçılık gelecek ve o anları ölümsüzleştirecekti. Etkinlik büyük ve önemli olmalıydı. Merdivenlerden çıkarken ne bir ses duyduk, ne de herhangi bir kalabalık gördük. Ama bi dakka! Uzakta minicik, çardak kıvamında bir çadır vardı. Acaba o muydu? Önce inanmak istemedik. "Herhalde bitti" diye düşündük. Peki o küçük çadırımsı şey neydi? Yaklaştık, baktık... İçerde 2 metreyi aşmayan bir tezgah, üstünde "unicef" ürünleri. Ama 3-5 taneyi geçmeyecek şekilde. Karşı tezgahta da krep tarzı bir yemek ve sıcak çikolata (sanırım) kazanı. Kimseler de gelmemiş. İlgi sıfır... Yani ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Ama Unicef için yardımsa, neden halkın ilşgisini çekecek bir şeyler yapılmadı? Zira 50 mt aşağıda D&R var. Hemen girişte zaten Unicef ürünleri var ve çadırdaki ürünlerin aynısı. Neden böyle bir şeye gerek duyulmuş çok şaşırdık doğrusu! Biz saat 3'e doğru gittik tabii. Daha erken kalabalık olduysa ve etkinliğin dibine vurdularsa onu bilemem. Bana çok amaçsız geldi. Zaten etkinlik bizi zevkten öldürmesin diye 5 dakika bile durmadan Karum'a gittik. Oradan da D&R'a gittik. Haftasonu olduğu için etkinlik çadırı hariç, her yer çok kalabalıktı. Hatta benim akşam için yetişmem gereken bir yer olmasa, D&R'da çok daha fazla kalmak isterdim. Bir etkinlik daha böyle sonlandı. Bakalım gelecekte bizi neler bekliyor...
17.12.2010
Beklenmedik Aşure ve Japonya'dan gelen paket
Bugün okula gitmek için evden çıkıyordum. Kapıyı bir açtım ki, karşımda üst komşum, elinde koca tepsi, içinde 4 adet aşure. Tam zilimi çalıyordu. Kendisiyle apartmanda sürekli karşılaşmış olmama rağmen bir kez bile selam vermişliğim yoktur. Hatta canavar oğlunu sokakta oynarken çok ses yaptığı için ve kedilere taş attığı için azarlamışlığım bile vardır. Neyse efenim, "herkes aşure sevmez, seviyorsanız lütfen alın" dedi. Önce bir tereddüt ettim, baktım kaseler de aliminyum kağıttan kase (yani geri götürme mecburiyeti yok), "alayım, çok teşekkür ederim" dedim ve tekrar içeri girdim, dolaba koyup tekrar evden ayrıldım. Ama beynimi kemiren şey ise, kadına ne demem gerektiğiydi. Çünkü küçüklüğümden hatırlıyorum, apartmanlarda aşure yapılıp dağıtılırdı. Hatta helva da yapıp dağıtırlardı. Ben de hepsini tadıp, aralarından en güzelini seçer, kendi çapımda oyunlar oynardım. Ama bilmediğim şey ise, bunların dini amaçlı mı, yoksa geleneksel olarak mı yapıldığı... Yani "Allah kabul etsin" mi demeliydim? Şimdi bu benim için bir iyilik ya, kendi kendimi yiyip bitiririp...
Okul her zamanki rutinliğiyle devam ederken, biz yine "geleneksel cuma günü okul çıkışı yemek yemesi" olayını gerçekleştirdik. Oradan eve koyuldum. Kapının önüne geldiğimde bir de ne göreyim? Posta kutumda koskocaman bir zarf! Yuki'den! Zarfın üstündeki "two books" açıklamasına gözüm ilişiverdi ve daha da bir yihuu oldum. Evet, zarfın içinden 2 adet kitap ve yılbaşı kartı çıktı. Kitaplardan biri Doraemon mangası. Hem de kanjilerin üstünde küçük, hiragana ile okunuşları da var. Bilerek yollamış sanırım =)) Bana iyi bir alıştırma olacak! Unuttuğum en kolay kanjiyi bile hatırlamamda yardımcı olur diye düşünüyorum. Doraemon taa 1969'larda meşhur olmuş bir manga seriisiyken, daha sonra anime olarak da yayınlanmaya başlamış ve Japonya'daki en meşhur karakter olmayı başarmış. Doraemon, zamanda yolculuk eden robotik bir kedi.
Diğer kitabın ise başlığını okuyamadığım için umursamadan kenara koydum. Okumak zor olur, önce Doraemon'a bakarım dedim. Bu arada bu Japonların kitaplarının ya da dergilerinin üstünde gıldır gıcık etiketler olur. Ama yapışkan değil, katlanıp koyulmuş şekilde. İçinde broşürler olur falan. 1-2 saat sonra tekrar kenara koyduğum kitabı elime alıp, etiketini sıyırdığımda ise ne göreyim!!! Haruki Murakami kitabı!!! Yani istesem bu kadar kolay erişemezdim! Sanırım son zamanlarda en çok sevindiğim şey bu oldu. Adı "After the Quake - 神の子どもたちはみな踊る, Kami no kodomo-tachi wa mina odoru". İçinde 6 adet öykü var. Kitap orjinal, yani Japonca. Bu arada bilmeyenler için bir not düşeyim; fotoğraflara bakanlar şaşırıyor olabilirler, ama Japonya'da kitaplar hep tersten basılıdır (Batıya göre tersten). Yani kapağı tersten açarsınız, yazılar sağdan sola ve yukarıdan aşağı okunur. Tabii bu kitaba o kadar sevindim ama, okuyabilecek miyim sanki? Noo... Belki kursu bitirir bitirmez olsaydı biraz biraz kanjileri falan okurdum ama, aradan 3 sene geçmişken imkansız. Olsun, Japonca olması ve orjinal olması bile yeterince tatmin edici. Aslında ben çok kitap okuyan biri değilim, ama Haruki Murakami en sevdiğim yazar olma ünvanına sahip. Bir ara onunla ilgili de bir post yazmayı düşünüyorum zaten. Bakalım kısmet ne zamana...
Yapacak şey çok ama gerçekten fırsatım yok. Diyelim ki kitap okuyacağım, "o kitabı okuyacağım zamanda yüz kere ders çalışırım, sunumuma hazırlanırım, essaylerimi bitiririm" diyorum ve okumuyorum. Ama dersin başına da geçmiyorum. Ama o sırada başka bir şeyle de uğraşırsam kötü hissediyorum... Önümüzdeki haftaya koskoca bir kitaptan sunumum var. Koskoca kitap! Sunum da 10 dakkalık olmalıymış... Ne anladım o işten! "Viramma: A life of a dalit woman" isimli bir kitap. Tabii ki Hindistan dersi için... Bakalım altından kalkabilecek miyim?
Olmazsa olmaz not: Fotoğrafların uydurukluğuna aldırmanyınız lütfen, zıttırık ışık, acele ile çekilip müdahale yapılmadan konulmuş materyaller olarak nitelendirin.
Okul her zamanki rutinliğiyle devam ederken, biz yine "geleneksel cuma günü okul çıkışı yemek yemesi" olayını gerçekleştirdik. Oradan eve koyuldum. Kapının önüne geldiğimde bir de ne göreyim? Posta kutumda koskocaman bir zarf! Yuki'den! Zarfın üstündeki "two books" açıklamasına gözüm ilişiverdi ve daha da bir yihuu oldum. Evet, zarfın içinden 2 adet kitap ve yılbaşı kartı çıktı. Kitaplardan biri Doraemon mangası. Hem de kanjilerin üstünde küçük, hiragana ile okunuşları da var. Bilerek yollamış sanırım =)) Bana iyi bir alıştırma olacak! Unuttuğum en kolay kanjiyi bile hatırlamamda yardımcı olur diye düşünüyorum. Doraemon taa 1969'larda meşhur olmuş bir manga seriisiyken, daha sonra anime olarak da yayınlanmaya başlamış ve Japonya'daki en meşhur karakter olmayı başarmış. Doraemon, zamanda yolculuk eden robotik bir kedi.
Diğer kitabın ise başlığını okuyamadığım için umursamadan kenara koydum. Okumak zor olur, önce Doraemon'a bakarım dedim. Bu arada bu Japonların kitaplarının ya da dergilerinin üstünde gıldır gıcık etiketler olur. Ama yapışkan değil, katlanıp koyulmuş şekilde. İçinde broşürler olur falan. 1-2 saat sonra tekrar kenara koyduğum kitabı elime alıp, etiketini sıyırdığımda ise ne göreyim!!! Haruki Murakami kitabı!!! Yani istesem bu kadar kolay erişemezdim! Sanırım son zamanlarda en çok sevindiğim şey bu oldu. Adı "After the Quake - 神の子どもたちはみな踊る, Kami no kodomo-tachi wa mina odoru". İçinde 6 adet öykü var. Kitap orjinal, yani Japonca. Bu arada bilmeyenler için bir not düşeyim; fotoğraflara bakanlar şaşırıyor olabilirler, ama Japonya'da kitaplar hep tersten basılıdır (Batıya göre tersten). Yani kapağı tersten açarsınız, yazılar sağdan sola ve yukarıdan aşağı okunur. Tabii bu kitaba o kadar sevindim ama, okuyabilecek miyim sanki? Noo... Belki kursu bitirir bitirmez olsaydı biraz biraz kanjileri falan okurdum ama, aradan 3 sene geçmişken imkansız. Olsun, Japonca olması ve orjinal olması bile yeterince tatmin edici. Aslında ben çok kitap okuyan biri değilim, ama Haruki Murakami en sevdiğim yazar olma ünvanına sahip. Bir ara onunla ilgili de bir post yazmayı düşünüyorum zaten. Bakalım kısmet ne zamana...
Yapacak şey çok ama gerçekten fırsatım yok. Diyelim ki kitap okuyacağım, "o kitabı okuyacağım zamanda yüz kere ders çalışırım, sunumuma hazırlanırım, essaylerimi bitiririm" diyorum ve okumuyorum. Ama dersin başına da geçmiyorum. Ama o sırada başka bir şeyle de uğraşırsam kötü hissediyorum... Önümüzdeki haftaya koskoca bir kitaptan sunumum var. Koskoca kitap! Sunum da 10 dakkalık olmalıymış... Ne anladım o işten! "Viramma: A life of a dalit woman" isimli bir kitap. Tabii ki Hindistan dersi için... Bakalım altından kalkabilecek miyim?
Olmazsa olmaz not: Fotoğrafların uydurukluğuna aldırmanyınız lütfen, zıttırık ışık, acele ile çekilip müdahale yapılmadan konulmuş materyaller olarak nitelendirin.
15.12.2010
Almanya'dan gelen paket ve günlük olaylar
Dün sonunda Almanya'dan paket geldi! Arkadaşım Japonca gazete alıp yollamış bana. "Yomiuri Shinbun" , dünyanın en çok okunan gazetesi ünvanına sahip. Bu yüzden elimde 1 adet örneğinin olması güzel. Daha önceden de Türk-Japon Vakfı'na gittiğimde, oradaki Japonlardan okunmuş gazete istemiştim. Okunmuş gazete derken, eski gazete manasında... Ahauhauhauh iğrencim =) Yani bir kaç tane de Asahi Shinbun var elimde. Neyse, paketten sadece gazete çıkmadı tabii, 1 adet ağaç süsü melek ve 1 adet de Lindt'in yine yılbaşı ağacı süsü (tabii içinde 3 adet çikolatasıyla). Benim yılbaşı ağacım yok. Hem gerek yok, hem de o kadar gıldır gıcıktan koyacak yer yok. Zaten Miyu'nun olduğu yerde çok alengirli şeyler olamıyor genelde =) Dolayısı ile süsler nasiplerini evin hangi köşesinde bulacaklar merak ediyorum...
Bugün, nihayet yılbaşı kartlarını yollayıverdim. 2 adet Japonya'ya, 2 adet de Almanya'ya. Toplam 4 adet kart için 7 TL ödedim. Bana mı çok geldi yoksa gerçekten mi çok anlamadım! Ama çok koydu be atam! Atla deve değil ki! Kart yani sonuçta...
Önümüzdeki cumartesi günü de, Unicef yararına Sharaton'ın bahçesinde yılbaşı etkinliği düzenleniyormuş. Saat 12.00'de başlayıp 18.00'de bitecekmiş. Yılbaşı çadırı açılacak, Unicef yararına hediyelik eşyalar satlacakmış. Üşenmezsek Skingrat ile birlikte gitmeyi düşünüyoruz. Sürekli "ülkemizde neden diğer ülkelerde olduğu gibi etkinlikler, festivaller olmuyor monşer?" diye yakınıyoruz, en azından bir etkinlik bulmuşken gidip bir bakalım diyoruz. Kendi söylediklerimiz havada kalmasın. Belki havada kalacak ama, yine de bir yerlerde bir şeyler olacağını bilmek güzel =)
Bugün, nihayet yılbaşı kartlarını yollayıverdim. 2 adet Japonya'ya, 2 adet de Almanya'ya. Toplam 4 adet kart için 7 TL ödedim. Bana mı çok geldi yoksa gerçekten mi çok anlamadım! Ama çok koydu be atam! Atla deve değil ki! Kart yani sonuçta...
- Bu arada 29 Aralık'ta Hintli hocamız bizi elçilikte yemeğe davet etti. Sabırsızlıkla o günü bekliyorum!
Önümüzdeki cumartesi günü de, Unicef yararına Sharaton'ın bahçesinde yılbaşı etkinliği düzenleniyormuş. Saat 12.00'de başlayıp 18.00'de bitecekmiş. Yılbaşı çadırı açılacak, Unicef yararına hediyelik eşyalar satlacakmış. Üşenmezsek Skingrat ile birlikte gitmeyi düşünüyoruz. Sürekli "ülkemizde neden diğer ülkelerde olduğu gibi etkinlikler, festivaller olmuyor monşer?" diye yakınıyoruz, en azından bir etkinlik bulmuşken gidip bir bakalım diyoruz. Kendi söylediklerimiz havada kalmasın. Belki havada kalacak ama, yine de bir yerlerde bir şeyler olacağını bilmek güzel =)
10.12.2010
Gariplikler, hayıflanmalar, rutinlikler
- Bugün gün ışığına uyanamadım. Kalktığımda puslu, yarı karanlık ve yağmurlu bir hava vardı. En son uyandığımda saat öğlen 1'di. 15 dakika daha uyuyup uyanırım dedim. Daha sonra gözümü açtığımda saat çoktaaan 3 buçuğu geçmişti. Halbuki bugün için bir çok planım vardı. Hiç birini gerçekleştiremeyecek olmanın üzüntüsü kaplayıverdi beni. Zaten bugünlerde yine tam düzensiz hayata geçiş yapıverdim. Geceleri bir uyuyamama, bilmem ne... Geçen gün, bir gece öncesinde çok az uyumamdan mütevellit, okuldan eve döndüğümde çok uykumun olduğunu farkettim. Tüm gece uyumamak için adeta savaş verdim kendimce. 12 sularında dayanamayıp, kendime "çalışma odası" olarak ilan ettiğim yerde "1 saatcik uyuyayım" dedim. Neden gidip yatağımda uyumuyorsam sanki! İnsan hiç gece 12'de uyur mu? Aaa ne ayıp şey! Neyse, yine gözümü bir açtım, saat 2 oluvermiş. Uykum açılmasın diye makyajımı neyin çıkarmadan hoop yatağıma atladım. Gözlerimi de sımsıkı kapattım ki hemen uyuyayım! Ama ne mümkün... Bünyem bana yeni yeni huylar çıkardı. Eskiden hayvan gibi uyuyabiliyorken, şimdi menepozlu kadınlar gibi uyumamak için bin türlü bahaneler... Neyse efenim, ben dön dön, bir de baktım saat sabahın 4 buçuğu! E o zaman kalkıp uykumu arayayım dedim. Sanırım hayatımda ilk defa uyuyamadığımda yataktan kalktım! Yarı baygın bir şekilde tuvaletin yolunu tutup, ışığa basıverdim. Aman o da ne! Birden kıvılcımlar patlayıverdi, çat diye bir ses ve her yer bir anda karardı. Cep telefonu ışığı sayesinde yolumu buldum ve sigorta kutusunu kontrol ettim. Ve evet sigorta atmıştı. Ama çok geç ki, ampul patlayıvermişti. Olsundu, koridorun ışığıyla idare ederdimdi. Nitekim öyle de oldu... Garip uykular silsilesi... Sonrasında "madem artık sadece masaüstü bilgisayara mahkum değilim, netbookum var, o zaman sevgili yatağımda biraz nette vakit geçireyim" dedim. Sanırım sabah 6 gibi uykumu buldum.
- Sevgili oğlum Miyu, 1 yıldır hiçbir veteriner hekim tarafından herhangi bir tanı koyulamamış bir durumla pençeleşmekte. Gerçekten bu duruma çok üzülüyorum. Oğlum 1 senedir elizabeth tasmayla geziyor. Çünkü hiç durmadan kafasını kaşıyıp kanatıyor. Kaşıdığı yerlerde görünür bir lezyon da yok. Vücudu bir şey de üretmiyor dış görünüşte. Ama kaşıdıkça yara yapıyor kaşıdığı yeri. Ben 1 yıldır yaptığım tüm araştırmalarım sonucunda sorunun alerji olduğuna karar verdim. 2-3 sene aynı mamayı yiyince, bazı kedilerde olurmuş bu durum (Doğduğundan beri Hills yediği için veteriner bu durumu kabullenmiyor gerçi). Başka diyet mamalar denemek gerekirmiş araştırmalarıma göre. Ama zorlu bir süreç bu. Zırt diye geçecek bir şey değil. 1 senedir bu durumla hem benim, hem Miyu'nun boğuşması da kolay değil...
Bir haftadır meteoroloji tahminlerinde hiç yanılmıyor. Normalde pek tutturamazdı ama son 1 haftadır bir şeyler oldu. Bu yüzden korkuyorum. Bir kaç gündür havalar iyi gidiyordu, bugün için yağmurlu gösteriyordu. "Olur mu lan öyle!" demiştim ama hakikaten yağmur yağıyor! O zaman bu durumda yarın da kar mı yağacak? O zaman vay halime! çünkü 4-5 gün boyunca karlı gösteriyor ve havalar eksi derecelerde devam edecek. Yani? Buz olacak! So what? Geçen sene, Münich'te, tüm şehir buz tuttuğu için belediye tarafından her noktası çakıl taşlarıyla kaplanmış olmasına rağmen, ben 1 metrekarelik boş bir alanı bulup, kayıp,biraz havalanıp, dümdüz bir şekilde sırtüstü düşmeyi başarmış bir insan olarak... Korkularım anlam kazanıyordur umarım... Çok korkunçtu... Burada da aynı buzlanma yaşanırsa, zaten belediyenin umrunda olmadığı için, sokak kapısının önünden bile ayağımı çıkaramayacağım anlamına geliyor.
- Her şeyi geçtim. Yine çokça uzun bir süredir sırt ağrılarımla boğuşuyorum. Ne yaparsam yapayım ağrıyor! Bıktım vallahi de billahi de... Hayatında sporla tanışmamış bünye, resmen yalvarıyor bana. Ama inadımı yenemeyeceksin bünye!
- Bugün yarın dışarı çıkıp yılbaşı kartı almam lazım. Hem Japonya'daki, hem de Almanya'daki arkadaşlarıma kart atmam lazım. Yuki şimdiden yollamıştır kesin kartı! Bu sene ben de geç kalmamaya kararlıyım! Ayrıca Almanya'daki arkadaşlarımdan biri bana bir paket yollamış. İçinde büyük bir şey yok ama çok aradım bulmak için dedi. Çok merak ediyorum gerçekten de... 3 gün önce yollamış. Alamanya'dan paket kaç zamanda gelir ki?
4.12.2010
Nanta Cooking Show
Bugün Asya Çalışmaları bölümünden arkadaşlarla, Kore'den gelen "Nanta" grubunun şovunu izlemeye gittik. Gerçekten performansları inanılmazdı, ve hayatımda izlediğim en iyi gösteriydi diyebilirim. Kısaca açıklamak gerekirse de, konuşma olmadan, geleneksel Kore ritimlerinin komedi ve dramla birleşmesi denilebilir. Web sitelerinde böyle tanımlamışlar kendilerini. Sahnede hem dans, hem müzik, hem komedi, hem yemek pişirme, hem de tiyatroyu bir arada izliyorsunuz. İşin güzel kısmı ise interaktif olmaları. Seyirci ile zaman zaman diyalog içindeler ve gösteri herhangi sözsel bir şey içermediğinden dünyanın her yanından seyirciye açık bir gösteri. Fakat ufak tefek Türkçe sözcükler kullanarak gerçekten seyircileri şaşırtıp, eğlenceli vakit geçirmelerini sağladılar. Zaten şu an da dünya turu kapsamında gelmişler Türkiye'ye. Eminim yurtdışında insanlar bu gösteriye bir hayli para ödüyorlardır (ama ne kadara pahalı olursa olsun değer)! Fakat Türkiye'deki gösteri ücretsizdi. Girebilmek için yalnızca davetiye gerekiyordu. E davetiyeyi biz bulmayacağız da kim bulacak! =))
Bir daha Türkiye'ye gelirler mi bilmem. Ama siz siz olun, bu gösteriyi izleme fırsatını bulduğunuz anda kaçırmamaya bakın!
Fikir edinilmesi açısından trailer videosunu buradan izleyebilirsiniz.
13.11.2010
Kore'den gelen hediyeler ya da kediye doymak...
Pukhsinitha geldi ve gitti. Dolu dolu 3 gün geçirdik diyeceğim ama, yalnızca 1 gün dışarıdaydık. Gerçi evde olmak, zamanı dolu dolu geçirmeye engel mi sanki?
Neyse, ilk gün, otobüsün biraz rötar yapmasıyla, beklenen saatten 2 saat sonra buraya varabildi. Gelmeden önce benden bir kaç yemek yapmamı istemişti, onları hazırlayıp beklemeye koyuldum. Nihayet geldi ve ilk önce tıka basa yemek yedik. Yemek faslından sonra ise hediye faslına geçtik. Ben pukhsinitha'dan bir kaç bişey sipariş etmiştim (Kore'den). Onları getirmiş. Ayrıca kendi de bir sürü hediye getirmiş. Beni kedilere boğdu desem daha doğru olur aslında =)) "Kedili bişeyler" aşkım hala geçmedi, geçemez... Evde tonlarca kedili şey var ve ben hala yenilerini katmaya devam ediyorum. Arkadaşımın sayesinde, kedili kalemlik, kedili kalem, kedili stickerlar, kedili çanta, kedili ajanda ve kedili şemsiyem oldu! Şimdi düşünüyorum, "acaba kedili neyim yok?" diye... Sanırım ayakkabım yok =)) O da zaten çok alışılagelmiş bir şey olmadığından, sorun yok! Ama yine de "kedili şeyler" avım devam ediyor...
İkinci gün, odtü ormanlarını resmen işgal ettik. Bir sürü fotoğraf çekindik. Hiç olmadığı kadar güzel fotoğraflarımız oldu. Neredeyse o gün 6 saat Odtü'deydim (sabah da dersim vardı). Çıkışta arkadaşlarımızla yemek yemeye, oradan da bir şeyler içmeye gittik. Fotoğraf maceraları orada da devam etti. Ama günün en fotojenik şeysi, pukhsinitha'nın çantasıydı kesinlikle!!!
(Ve işte fotojenik çanta... Herkesi gölgede bıraktı)
Üçüncü gün, sabah kahvaltısından sonra, dışarı çıkmaya karar verdik. Sonra "amaaaaaan, bilmediğimiz yerler mi sanki!" diye vazgeçip, evde tembellik yaptık. Kahve neyin içtik. Ankara olmazsa olmazlarından, akşam eve Aspava'dan dürüm istettik. İlk defa bana bu kadar lezzetli geldi. Diğer insanların bulduğu kadar matah bulmam çünkü ben tadını. Yalnızca geleneği bozmamak için yerim... Yemekten 1-2 saat sonra, arkadaşımı uğurladım... İstanbul ve Kore onu bekler çünkü...
Kısacası uzun zamandır geçirmediğim kadar iyi vakit geçirdim onunla. Ben de bunalmıştım, yine de ufak tefek çıkıntılara kafamı takmayıp, eğlenmeme baktım. 3 gün böyle bitti. Kalan 3 gün Ankara'ya mecbur kalmak ve ardından 7 günlük bayram tatili... O kadar meşguliyet ve ödeve rağmen Ankara'dan uzak bir tatilin bana iyi geleceğini düşünüyorum. Şimdiden herkese iyi tatiller!
Neyse, ilk gün, otobüsün biraz rötar yapmasıyla, beklenen saatten 2 saat sonra buraya varabildi. Gelmeden önce benden bir kaç yemek yapmamı istemişti, onları hazırlayıp beklemeye koyuldum. Nihayet geldi ve ilk önce tıka basa yemek yedik. Yemek faslından sonra ise hediye faslına geçtik. Ben pukhsinitha'dan bir kaç bişey sipariş etmiştim (Kore'den). Onları getirmiş. Ayrıca kendi de bir sürü hediye getirmiş. Beni kedilere boğdu desem daha doğru olur aslında =)) "Kedili bişeyler" aşkım hala geçmedi, geçemez... Evde tonlarca kedili şey var ve ben hala yenilerini katmaya devam ediyorum. Arkadaşımın sayesinde, kedili kalemlik, kedili kalem, kedili stickerlar, kedili çanta, kedili ajanda ve kedili şemsiyem oldu! Şimdi düşünüyorum, "acaba kedili neyim yok?" diye... Sanırım ayakkabım yok =)) O da zaten çok alışılagelmiş bir şey olmadığından, sorun yok! Ama yine de "kedili şeyler" avım devam ediyor...
İkinci gün, odtü ormanlarını resmen işgal ettik. Bir sürü fotoğraf çekindik. Hiç olmadığı kadar güzel fotoğraflarımız oldu. Neredeyse o gün 6 saat Odtü'deydim (sabah da dersim vardı). Çıkışta arkadaşlarımızla yemek yemeye, oradan da bir şeyler içmeye gittik. Fotoğraf maceraları orada da devam etti. Ama günün en fotojenik şeysi, pukhsinitha'nın çantasıydı kesinlikle!!!
(Ve işte fotojenik çanta... Herkesi gölgede bıraktı)
Üçüncü gün, sabah kahvaltısından sonra, dışarı çıkmaya karar verdik. Sonra "amaaaaaan, bilmediğimiz yerler mi sanki!" diye vazgeçip, evde tembellik yaptık. Kahve neyin içtik. Ankara olmazsa olmazlarından, akşam eve Aspava'dan dürüm istettik. İlk defa bana bu kadar lezzetli geldi. Diğer insanların bulduğu kadar matah bulmam çünkü ben tadını. Yalnızca geleneği bozmamak için yerim... Yemekten 1-2 saat sonra, arkadaşımı uğurladım... İstanbul ve Kore onu bekler çünkü...
Kısacası uzun zamandır geçirmediğim kadar iyi vakit geçirdim onunla. Ben de bunalmıştım, yine de ufak tefek çıkıntılara kafamı takmayıp, eğlenmeme baktım. 3 gün böyle bitti. Kalan 3 gün Ankara'ya mecbur kalmak ve ardından 7 günlük bayram tatili... O kadar meşguliyet ve ödeve rağmen Ankara'dan uzak bir tatilin bana iyi geleceğini düşünüyorum. Şimdiden herkese iyi tatiller!
9.11.2010
Hoş gel, beş gel !!!
Bugün pukhsinitha beybi geliyor!!! Şimdiden planlar yapıldı. Çarşamba günü Odtü ormanları bizi bekle! Güzel bir 3 gün geçireceğimiz belli. Aktiviteler ne olur bilemiyorum. Ama yoğun geçecek... Geri dönüşler hep hüzün ama en azından ilk günkü heyecana değer!
4.11.2010
Halloween 31.10.2010
Bir kaç gün kadar geç kaldığımın farkındayım. Üzerinden zaman geçtikçe olayın heyecanından da uzaklaştım. Ama bu post yazılmalı!
Efenim, 1 hafta önce yapması planlanan Halloween partisi, 1 hafta sonra, yani tam gününde gerçekleştirildi. Aslında planlar tepetaklar bir biçimde gerçekleşti. İlk önce bu parti, sevgili arkadaşım pukhsinitha'nın gelmesiyle olacaktı. Fakat gelemedi. "1 hafta sonra geleyim, zamanında yapalım" dedi. Ama o zaman da gelemedi işlerinin yoğunluğundan dolayı =( Oysa çok hevese gelmiştik. Sonuç olarak, daha önceden bir çok arkadaşıma da haber vermiş olduğum için yine de partiyi iptal etmek istemedim. Parti kendi evimde gerçekleşti. Skingrat ile birlikte bir çok konsepte uygun yiyecek hazırladık. Yeme içme faslı açık büfe şeklindeydi. Türkiye, ve özellikle Ankara sınırları içerisinde, Halloween içerikli dekorlar bulunmadığı için, dekorasyon, elimizdeki kurukafalar ve örümceklerle desteklendi. Aslında parti tarihi önceden kesinlik kazansaydı, ben bişeylere bakardım... Hiç olmadı yaratırdım =P Ama bu yokluklara rağmen başarılı mıydı? Evet başarılıydı!
Hepimiz çok eğlendik. Hepimizin kostümlü olması, geceye ayrı bir renk kattı. Kostümleri sayacak olursam, Zorro, Hacivat (konsepte gel!), Mr.Blonde, Samurai, Cadı (2 adet), Gipsy Queen ve Geisha idi. Bir adet de "Romalı"mız olacaktı. Ama planlar organize edilirken, arada geçen bir kaç söze kırılmış. Neye olduğunu da söylemedi. Son gün, son anda ingilizce üst düzey bir metinle Facebook semalarından yalnızca "kızgın" olduğunu ilan etti. Ama sebep yok... Komik olan da İngizce yazması =)) Ağzının payını alıp oturdu mu? Evet... Bu yaşta küsmelerle müsmelerle uğraşacak değilim... Hele boktan bahanelerle hiç uğraşamam! Neyse, geçen diyaloglardan bahsetmeye gerek yok...
Kısacası Halloween gecesi herkes çok çok eğlendi... Arkadaşlarım da bunu defalarca belirtti. Bol bol kokteyl ve punch içtik... Bol bol yemek yedik... Hatta ben kendimi aşıp sushi bile yaptım! Tabii tadına baktım mı? NO WAY!
Yemeklerden bir kaç örnek aşağıda var. Kostümler ve karakterler de yazının en başında!
13.10.2010
Miyu ve Dünyası...
21.09.2010
Trabzon Yolları ve Lezzet Durakları
Sabah erkenden Trabzon için yola koyulduk. Günübirlik bir plandı bu. Nedensiz değildi gidişimiz... Yine çok sıcak ve havada o pis Karadeniz nemi vardı. Arabada 1 saniye bile klimayı kapatsak sıcaktan duramıyorduk...
Yol boyunca hiç sıkılmadık. Sahil şeridi boyunca yavaş yavaş manzarayı izleyerek devam ettik yolumuza. Giresun yakınlarında karnımızın acıktığını farkedip, biraz atıştırıp çay içilebilecek bir yer aradık. En sonunda "Tirebolu" diye bir yere gittik. Zaten yol boyunca gördüğümüz reklam tabelaları sürekli bize kilometreleri saydırarak hedefe ulaştırdı.
Mekan çok güzel görünüyordu ama arabadan iner inmez sıcaktan beynim durmuş olacak ki mekana dair hiç bir fotoğraf çekmemişim =(( İlk gözüme çarpan şey ise işletmede 1 tane erkek çalışan bile olmaması!!! Tüm servis elemanları tek tip giysi giymişler ve hepsi de üniversitede okuyan genç kızlardı. Nerden mi biliyorum? Girişken anne sohbetinden!
Menüyü uzun uzun inceledikten sonra (ki tek sayfa bir şeydi), 4ümüz de "kuymak" yemeye karar verdik. Aslında o anda hiç kuymak yiyesim yoktu. O sıcakta o kadar yağı ve tuzu kaldıracak güçte değildim... Fakat televizyonda o kadar çok abuk subuk gurme programı izledim ki karadenize gidip de "kuymak" yiyen! Çok özendim onlara ve bunu yerinde yemeliyim dedim. Yanına da 4 kişilik semaver istedik. O sıcakta buharı üstünde semaver istemek ne kadar akıl karıydı bilemiyorum ama, çayın tadı gerçekten de harikaydı! Zaten orada da öğrendim ki Tirebolu çayı ünlü bir şeymiş!
Kuymak, fotoğrafta da görüldüğü üzere, usulüne uygun olarak bakır bir kapta geldi. Bizimle ilgilenen kızcağız, siparişi aldıktan sonra hepimizi yağ konusunda uyardı. Rahatsızlığımızın olup olmadığını sordu. Çünkü bolca tereyağ kullanılıyormuş, peynir zaten çok yağlıymış ve en son da sıvı yağ ile harmanlanıyormuş. Zaten kuymak denilen şey yağ, mısır unu ve peynirden oluşan bir şey. Kızın dediğinden anladığım da yağın içinde erimiş mısır unu ve peynir. Gerçi kuymağın olayı bu =)) Ama ben biraz yağ olayına karşıyım. Kız yüzümden anlamış olacak ki "isterseniz yağı en az olacak şekilde yaptırtayım" dedi. Hepimiz bu şekilde sipariş verdik, çünkü gelecek şeyin her halükarda (az yağlı olsun dememize rağmen) yağ bombardımanı olacağını biliyorduk. Tadına gelince; çok muhteşem diyemeyeceğim. Benim evde kendi yaptıklarımdan çok farklı bir tadı yoktu ama yine de kuymağı yerinde yiyerek içimi rahatlatmış oldum!
Yemeklerimizi bitirdikten sonra ben bir ara mekandaki ürünlere bakarken mutfağı gördüm. Mutfaktaki aşçı da kadındı. Bu iş gerçekten çok hoşuma gitti =)) Yol üstü bir mekanda tüm çalışanlar kadın!!! Buna kısaca işte KARADENİZ de diyebiliriz!
Mekanda ayrıca yöreye ait bal ve çay çeşitleri satılıyordu. Biz de hem kendimize, hem de eşe dosta hediye çaylar aldık. (Tabii ben Ankara'ya dönerken kendi payımı getirmeyi unuttum!!!)
Yemek beni çok tatmin etmese de, çevrenin ve mekanın güzelliğinden dolayı mutlu mesut ayrıldım ordan... Daha ayrıntılı bilgi için kendi sitesi incelenebilir...
Nihayet Trabzon'a gelebilmiştik. Asıl oraya gitme nedenimiz olan işlerimizi hallettikten sonra, çok kısa bir Forum turu yaptık. Yani koskoca Trabzona gidip şehir merkezini görememek de ayrı bir olaydı... Neyse... Dönüş için 18:30 - 19:00 sularında yola koyulduk. Bu sefer akşam yemeği için arayışlar başlamıştı. İlginçtir ki Trabzon'da ramazan boyunca hiç bir restoran açık olmazmış. Her restoranın camında "iftarda açığız" yazısını görmekten bıktığımız bir anda "Fevzi Hoca"nın
açık olduğunu keşfettik. Meğer çok ünlü bir yermiş. Gerçi dışarıdan bakınca da bu gayet güzel anlaşılıyor. İçerisi çok güzel ama mimarisi garip bir yerdi. Mekan denize sıfır. Fakat denizden bayaa bir yüksek. En azından girişi öyle =) İçeri girince, restoranın bir kaç katı daha olduğunu anlıyorsunuz. Ama aşağı doğru! Biz yalnızca bir kat aşağı indik. Restoran bomboştu ve garsonlar harıl harıl iftar sofralarını hazırlıyordu. Bizim bulunduğumuz saatte bomboş olmasına rağmen iftarda tamamen dolu olacağı belliydi tüm masaların hazır olmasından.
Menü istediğimde, bana yalnızca akçaabat köfte ve mezgit olduğunu söylediler. Aşırı derecede balık yiyesim vardı ama yine "yerinde yeme" sevdam yüzünden akçaabat köfte siparişi verdim. Yine 4ümüzün seçeneği aynıydı.
En başta ikram olarak meşhur "kaygana" geldi sofraya... Tadı güzeldi. Krepimsi bir şey. Ama içerik olarak daha zengin.
Ayrıca piyaz ve salata siparişi verdik. İkisi de tatmin ediciydi.
Veeee nihayet köfteler geldi! Gerçekten de güzeldi! İstediğime hiç de pişman olmadım. Yemeğin ortasındayken 1 tabak kızarmış patates getiriverdiler ikram olarak! Çok şaşırdım ama güzel bir jest oldu bana. Heheheh =))
Ama ben en çok finali beğendim! Şerbetli tatlı sevmeyen ben, gelen ikram tatlılara bayıldım resmen!!! Solda görünen laz böreği, sağdaki ise kıvırtma. Kıvırtma gerçekten çok ince açılmış ve şerbeti az önce dökülüp getirilmişti. Ilıktı iki tatlı da. Kıvırtmanın içi tamamen ceviz doluydu.
Ben ilk kez laz böreği tatmış oldum. Bir başkasıyla kıyaslayamam bu yüzden ama dünya üzerinde yediğim en güzel tatlılardan biriydi diyebilirim. Şerbetli olmalarına rağmen ikisi de çok tatlı değildi! En çok tatlıdan memnun kaldım ben!
Böylesine sıcak, yoğun ve yorgun bir gün ve üstüne yemek... Bana çoktan rehavet çökmüştü bile... Dönüş zamanı gelmişti ve işte bir klasik: dönüş yolu boyunca uyukladım.
Yol boyunca hiç sıkılmadık. Sahil şeridi boyunca yavaş yavaş manzarayı izleyerek devam ettik yolumuza. Giresun yakınlarında karnımızın acıktığını farkedip, biraz atıştırıp çay içilebilecek bir yer aradık. En sonunda "Tirebolu" diye bir yere gittik. Zaten yol boyunca gördüğümüz reklam tabelaları sürekli bize kilometreleri saydırarak hedefe ulaştırdı.
Mekan çok güzel görünüyordu ama arabadan iner inmez sıcaktan beynim durmuş olacak ki mekana dair hiç bir fotoğraf çekmemişim =(( İlk gözüme çarpan şey ise işletmede 1 tane erkek çalışan bile olmaması!!! Tüm servis elemanları tek tip giysi giymişler ve hepsi de üniversitede okuyan genç kızlardı. Nerden mi biliyorum? Girişken anne sohbetinden!
Menüyü uzun uzun inceledikten sonra (ki tek sayfa bir şeydi), 4ümüz de "kuymak" yemeye karar verdik. Aslında o anda hiç kuymak yiyesim yoktu. O sıcakta o kadar yağı ve tuzu kaldıracak güçte değildim... Fakat televizyonda o kadar çok abuk subuk gurme programı izledim ki karadenize gidip de "kuymak" yiyen! Çok özendim onlara ve bunu yerinde yemeliyim dedim. Yanına da 4 kişilik semaver istedik. O sıcakta buharı üstünde semaver istemek ne kadar akıl karıydı bilemiyorum ama, çayın tadı gerçekten de harikaydı! Zaten orada da öğrendim ki Tirebolu çayı ünlü bir şeymiş!
Kuymak, fotoğrafta da görüldüğü üzere, usulüne uygun olarak bakır bir kapta geldi. Bizimle ilgilenen kızcağız, siparişi aldıktan sonra hepimizi yağ konusunda uyardı. Rahatsızlığımızın olup olmadığını sordu. Çünkü bolca tereyağ kullanılıyormuş, peynir zaten çok yağlıymış ve en son da sıvı yağ ile harmanlanıyormuş. Zaten kuymak denilen şey yağ, mısır unu ve peynirden oluşan bir şey. Kızın dediğinden anladığım da yağın içinde erimiş mısır unu ve peynir. Gerçi kuymağın olayı bu =)) Ama ben biraz yağ olayına karşıyım. Kız yüzümden anlamış olacak ki "isterseniz yağı en az olacak şekilde yaptırtayım" dedi. Hepimiz bu şekilde sipariş verdik, çünkü gelecek şeyin her halükarda (az yağlı olsun dememize rağmen) yağ bombardımanı olacağını biliyorduk. Tadına gelince; çok muhteşem diyemeyeceğim. Benim evde kendi yaptıklarımdan çok farklı bir tadı yoktu ama yine de kuymağı yerinde yiyerek içimi rahatlatmış oldum!
Yemeklerimizi bitirdikten sonra ben bir ara mekandaki ürünlere bakarken mutfağı gördüm. Mutfaktaki aşçı da kadındı. Bu iş gerçekten çok hoşuma gitti =)) Yol üstü bir mekanda tüm çalışanlar kadın!!! Buna kısaca işte KARADENİZ de diyebiliriz!
Mekanda ayrıca yöreye ait bal ve çay çeşitleri satılıyordu. Biz de hem kendimize, hem de eşe dosta hediye çaylar aldık. (Tabii ben Ankara'ya dönerken kendi payımı getirmeyi unuttum!!!)
Yemek beni çok tatmin etmese de, çevrenin ve mekanın güzelliğinden dolayı mutlu mesut ayrıldım ordan... Daha ayrıntılı bilgi için kendi sitesi incelenebilir...
Nihayet Trabzon'a gelebilmiştik. Asıl oraya gitme nedenimiz olan işlerimizi hallettikten sonra, çok kısa bir Forum turu yaptık. Yani koskoca Trabzona gidip şehir merkezini görememek de ayrı bir olaydı... Neyse... Dönüş için 18:30 - 19:00 sularında yola koyulduk. Bu sefer akşam yemeği için arayışlar başlamıştı. İlginçtir ki Trabzon'da ramazan boyunca hiç bir restoran açık olmazmış. Her restoranın camında "iftarda açığız" yazısını görmekten bıktığımız bir anda "Fevzi Hoca"nın
açık olduğunu keşfettik. Meğer çok ünlü bir yermiş. Gerçi dışarıdan bakınca da bu gayet güzel anlaşılıyor. İçerisi çok güzel ama mimarisi garip bir yerdi. Mekan denize sıfır. Fakat denizden bayaa bir yüksek. En azından girişi öyle =) İçeri girince, restoranın bir kaç katı daha olduğunu anlıyorsunuz. Ama aşağı doğru! Biz yalnızca bir kat aşağı indik. Restoran bomboştu ve garsonlar harıl harıl iftar sofralarını hazırlıyordu. Bizim bulunduğumuz saatte bomboş olmasına rağmen iftarda tamamen dolu olacağı belliydi tüm masaların hazır olmasından.
Menü istediğimde, bana yalnızca akçaabat köfte ve mezgit olduğunu söylediler. Aşırı derecede balık yiyesim vardı ama yine "yerinde yeme" sevdam yüzünden akçaabat köfte siparişi verdim. Yine 4ümüzün seçeneği aynıydı.
En başta ikram olarak meşhur "kaygana" geldi sofraya... Tadı güzeldi. Krepimsi bir şey. Ama içerik olarak daha zengin.
Ayrıca piyaz ve salata siparişi verdik. İkisi de tatmin ediciydi.
Veeee nihayet köfteler geldi! Gerçekten de güzeldi! İstediğime hiç de pişman olmadım. Yemeğin ortasındayken 1 tabak kızarmış patates getiriverdiler ikram olarak! Çok şaşırdım ama güzel bir jest oldu bana. Heheheh =))
Ama ben en çok finali beğendim! Şerbetli tatlı sevmeyen ben, gelen ikram tatlılara bayıldım resmen!!! Solda görünen laz böreği, sağdaki ise kıvırtma. Kıvırtma gerçekten çok ince açılmış ve şerbeti az önce dökülüp getirilmişti. Ilıktı iki tatlı da. Kıvırtmanın içi tamamen ceviz doluydu.
Ben ilk kez laz böreği tatmış oldum. Bir başkasıyla kıyaslayamam bu yüzden ama dünya üzerinde yediğim en güzel tatlılardan biriydi diyebilirim. Şerbetli olmalarına rağmen ikisi de çok tatlı değildi! En çok tatlıdan memnun kaldım ben!
Böylesine sıcak, yoğun ve yorgun bir gün ve üstüne yemek... Bana çoktan rehavet çökmüştü bile... Dönüş zamanı gelmişti ve işte bir klasik: dönüş yolu boyunca uyukladım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)